Yine yılın en sevilen ikinci haftası, Filmekimi haftası geldi ve geçti. Güzelim sinema salonlarımıza kurulup yeni ve ilginç filmleri izlemek üzere bilet peşinde koşturduk, seanslar kaçırdık ama yakaladık da, film sırasında telefonuyla oynayanlar, şap şap yemek yiyenleri uyardık, city's'e küfrettim, ettik; ve daha birçok rutin ile bu haftayı geçirdik.
Genel olarak bu yılki filmekimi vasattı, ne yazık ki. Organizasyonda her şey aynıydı ama filmler tatmin edici değildi. Her ne kadar liste başı filmleri izleyemesem de, 40 filmlik programdan 14 tanesini yakaladım. City's'den çıkıp diğer salonlara gitmeye çalışmaktan iflahım kurudu adeta. Bu hatayı her yıl yapıyorum ama biraz zorunda kalıyorum gibi. Çünkü izlemek istediğim filmlere en uygun seansları böyle salonlar arası çapraz koşular yaparak izleyebiliyorum. Bu sene kendi rekorumu kırdım zaten, ve city's'den atlas'a 20 dakikada ulaştım, evet metroyla. City's demişken, sinemaya ulaşabilmek için içinden geçmek zorunda olduğunuz bir yer var orada, adı Mahalle. Adı batsın. Berbat bir yer. Elimden geldiğince orada film izlemiyorum ama dediğim gibi filmekimi haftasında biraz da zorunluluktan. Bu Mahalle denen yer asansörle çıkabilinen son kat, oradan merdivenle sinemaya ulaşıyorsunuz. Bu yerin olayı kendince mahalle oluşturma çabası. Yani nişataşı'nın orta yerindeki en güzel pasajlardan birini avm yaparak mahvettikleri mahalle ortamını en üst katta tekrar oluşturma çabası. Bütün katı kaplayan çiğ balık ve yağ kokuları arasında sinemaya ulaşmaya çabalarken çileden çıktım.
Yine her zamanki gibi hazzo pulo'da çayım ve aslıhan'dan alışverişim eksik olmadı. Festivaller sırasında kendime böyle vakit ayırabildiğim için çok mutlu oluyorum.
Filmlere geçecek olursam;
ilk olarak 3x3D; bu deneysel film Godard, Greenaway ve Pêra'nın kısalarından oluşuyor ve bir o kadar da ilginç. Öncelikle üç boyutlu. Genel olarak tarihi ve felsefi anlatıma sahip filmler harika bir teknikle hazırlanmış. Metaforlarla bezeli ve iyi işlenmiş hikayeleri ile festivale enteresan bir başlangıç oldu.
Ilo ilo izlediğim ikinci filmdi. Çok naif bir aile dramı hikayesi. Yanılmıyorsan Oscar aday adayı aynı zamanda ama bu kişisel hikayeyle ana listeye kalırsa çok şaşırırım. Biraz daha özgün olmasını yeğlerdim, böyle Hollywood'a oynadıkları çok belli oluyor.
Bükreş'e Gece Çöktüğünde ya da Metabolizma, benim için festivalin en büyük hayalkırıklığı. Zira filmin oturtmaya çalıştığı bir metafor olduğunu iddia edenler var ama bana göre Cristian Mungiu'yu taklit etmeye çalışan Romen bir yönetmen vardı sadece. Metayı kaçırmış olabilirim tabi ama bu yine de filmin başarısızlığını değiştirmez bence.
Gerçeğin Dansı, Jodorowski'nin özeleştirisi bana kalırsa. Ağır ve kaba saba bir sembolizmle anlattığı karmaşık bir hikayesi var filmin. Fakat bu sembolizm çok sırıtmıyor, çünkü film tamamen bunun üstüne kurulmuş. Nerede biteceğeni bir türlü kestiremediğim, enteresan duran bir filmdi kendisi.
Katil Avı, sanıyorum festivalde yer alan en yüksek bütçeli film olabilir. Warner Bros destekli film ahlaki ve etik açısında çok zor ve dilemma yaratan sorular soruyor. Öyle ki, izlerken bu sorular kafamı karıştırdı ve çokça soru oluşturdu. Filmde anlatılan yargı sistemi bizim ülkemize çok yabancı olduğundan yadırgadım herhalde.
Kan Kokusu, rahatsız edici olduğu kadar ilgi çekici bir film esasında. Enteresan bir sonu var ayrıca, izlerken bütün salonun sinirleri bozuldu ve hatta kahkaha atmaktan bazı yerleri kaçırmış bile olabilirim. (Kesinlikle komik bir sonu yok)
Ömer, Batı Şeria'da geçen bir aşk ve gerilla mücadelesi filmi. Festivalde "Seni İlk Gördüğümde" benzer bir konuyu çok lakayıt işlemişti. Ömer öyle değil. Tam olması gereken komplolar ve gerillayı yaz kampı gibi göstermeyen bir sahiciliği var. Ama bana kalırsa en önemli unsur, filmde sürekli işgal vurgusu yapılmasıydı. Küçük ama en önemli ayrıntıydı bana göre.
Günahın Dokunuşu, çok karakterli bir suç filmi. Aslında çok karakterliden ziyade 'çok hikayeli' demek daha doğru. Filmde anlatılan hikayeler küçük bir sahneyle bağlanıyor genelde ve karakterler değişiyor. Bu yüzden karakterleri tanımak biraz zor ve hikayeler de biraz yüzeysel kalıyor. Ama son hikaye hariç bütün bu düzen kusursuz işlemiş. Çok şey anlatan ama az konuşan bir Çin dramı aslında.
Locke, benim için ekimin gerçek sürprizi oldu. Sürpriz film olarak açıklandığında ben programımı yapmıştım zaten. Fakat 11 seansına City's'e yetişemeyeceğimi farkedip soluğu Atlas'da aldığımda Locke'u izlemeye oturdum ve o hafta içinde izlediğim en iyi filmdi belki de. Senaryonun sırtlayıp götürdüğü çok güzel işlenmiş gerçek zamanlı bir film. Diyaloglar güzel ve ince hazırlanmış, kilit noktalar da çok güzel anlatılmış. Bir sonraki anda ne olacağını büyük bir merakla takip ettiren nev-i şahsına münhasır bir İngiliz eseri...
Büyülü Tarla da, ekimin en sevdiğim filmlerinden oldu. İç Savaş sırasında İngiltere'de geçen yarı-fantastik bir hikaye diyebilirim. Filmin birçok farklı unsuru var aslında ve hepsi harika kamera tekniği, ince senaryo ve kara komedi ile biraraya gelerek şahane anlar yaşatıyor.
Ana Kuzusu, bana en sert çalımı atan film oldu. Filmin gidişatı hiç tahmin etmediğim bir şekilde oldu, yakınından bile geçemedim. Komediyi en önemli unsur olarak seçmiş ve soğuk savaş üzerine çok şey söyleyen başarılı bir politik film. İzlerken şunu farkettim, savaşın ortasındaki Belgrad'ın sokakları İstanbul'un dışında kalan bazı mahallelere çok benziyor, bazılarındansa çok daha iyi görünüyor.
Ateşli Bakışlar, hakkında fikir beyan etmeyi bile istemiyorum. Elinde hikayesi dışında hiçbir malzemesi olmayan bir biyografi. O hikaye de sıradan sex&drugs hikayelerinden.
Balayı, ilginç başlayıp ardından sabrı zorlayan filmlerden. Ne anlatmak istediğini, ne de nasıl anlatmak istediğini anlatamamış. Hep sayıkladı durdu.
Pislikler, çok enteresandı gerçekten. Merak edilen ve tavsiye edilen bir filmdi ama çok başarısızdı gerçekten. Bütün film boyunca karakterler arasındaki ilişkileri dahi anlamak çok zordu, buna rağmen sonunu görebildik.
İzleyebildiklerimin özeti böyle. Sonradan uzatma olarak izlediğim Moebius var bir de. Enfes bir tecrübe. Beyoğlu Sineması'na gidin ve görün. Tek bir kelime bile duyulmayan filmde diyalogun yokluğu hiç belli olmuyor bile. Günümüz dünyasının üstünden döndüğü şiddet ve seksi bir aile dramı şeklinde izlemek çok değişik ve tuhaf gerçekten.
Genel olarak bu yılki filmekimi vasattı, ne yazık ki. Organizasyonda her şey aynıydı ama filmler tatmin edici değildi. Her ne kadar liste başı filmleri izleyemesem de, 40 filmlik programdan 14 tanesini yakaladım. City's'den çıkıp diğer salonlara gitmeye çalışmaktan iflahım kurudu adeta. Bu hatayı her yıl yapıyorum ama biraz zorunda kalıyorum gibi. Çünkü izlemek istediğim filmlere en uygun seansları böyle salonlar arası çapraz koşular yaparak izleyebiliyorum. Bu sene kendi rekorumu kırdım zaten, ve city's'den atlas'a 20 dakikada ulaştım, evet metroyla. City's demişken, sinemaya ulaşabilmek için içinden geçmek zorunda olduğunuz bir yer var orada, adı Mahalle. Adı batsın. Berbat bir yer. Elimden geldiğince orada film izlemiyorum ama dediğim gibi filmekimi haftasında biraz da zorunluluktan. Bu Mahalle denen yer asansörle çıkabilinen son kat, oradan merdivenle sinemaya ulaşıyorsunuz. Bu yerin olayı kendince mahalle oluşturma çabası. Yani nişataşı'nın orta yerindeki en güzel pasajlardan birini avm yaparak mahvettikleri mahalle ortamını en üst katta tekrar oluşturma çabası. Bütün katı kaplayan çiğ balık ve yağ kokuları arasında sinemaya ulaşmaya çabalarken çileden çıktım.
Yine her zamanki gibi hazzo pulo'da çayım ve aslıhan'dan alışverişim eksik olmadı. Festivaller sırasında kendime böyle vakit ayırabildiğim için çok mutlu oluyorum.
Filmlere geçecek olursam;
ilk olarak 3x3D; bu deneysel film Godard, Greenaway ve Pêra'nın kısalarından oluşuyor ve bir o kadar da ilginç. Öncelikle üç boyutlu. Genel olarak tarihi ve felsefi anlatıma sahip filmler harika bir teknikle hazırlanmış. Metaforlarla bezeli ve iyi işlenmiş hikayeleri ile festivale enteresan bir başlangıç oldu.
Ilo ilo izlediğim ikinci filmdi. Çok naif bir aile dramı hikayesi. Yanılmıyorsan Oscar aday adayı aynı zamanda ama bu kişisel hikayeyle ana listeye kalırsa çok şaşırırım. Biraz daha özgün olmasını yeğlerdim, böyle Hollywood'a oynadıkları çok belli oluyor.
Bükreş'e Gece Çöktüğünde ya da Metabolizma, benim için festivalin en büyük hayalkırıklığı. Zira filmin oturtmaya çalıştığı bir metafor olduğunu iddia edenler var ama bana göre Cristian Mungiu'yu taklit etmeye çalışan Romen bir yönetmen vardı sadece. Metayı kaçırmış olabilirim tabi ama bu yine de filmin başarısızlığını değiştirmez bence.
Gerçeğin Dansı, Jodorowski'nin özeleştirisi bana kalırsa. Ağır ve kaba saba bir sembolizmle anlattığı karmaşık bir hikayesi var filmin. Fakat bu sembolizm çok sırıtmıyor, çünkü film tamamen bunun üstüne kurulmuş. Nerede biteceğeni bir türlü kestiremediğim, enteresan duran bir filmdi kendisi.
Katil Avı, sanıyorum festivalde yer alan en yüksek bütçeli film olabilir. Warner Bros destekli film ahlaki ve etik açısında çok zor ve dilemma yaratan sorular soruyor. Öyle ki, izlerken bu sorular kafamı karıştırdı ve çokça soru oluşturdu. Filmde anlatılan yargı sistemi bizim ülkemize çok yabancı olduğundan yadırgadım herhalde.
Kan Kokusu, rahatsız edici olduğu kadar ilgi çekici bir film esasında. Enteresan bir sonu var ayrıca, izlerken bütün salonun sinirleri bozuldu ve hatta kahkaha atmaktan bazı yerleri kaçırmış bile olabilirim. (Kesinlikle komik bir sonu yok)
Ömer, Batı Şeria'da geçen bir aşk ve gerilla mücadelesi filmi. Festivalde "Seni İlk Gördüğümde" benzer bir konuyu çok lakayıt işlemişti. Ömer öyle değil. Tam olması gereken komplolar ve gerillayı yaz kampı gibi göstermeyen bir sahiciliği var. Ama bana kalırsa en önemli unsur, filmde sürekli işgal vurgusu yapılmasıydı. Küçük ama en önemli ayrıntıydı bana göre.
Günahın Dokunuşu, çok karakterli bir suç filmi. Aslında çok karakterliden ziyade 'çok hikayeli' demek daha doğru. Filmde anlatılan hikayeler küçük bir sahneyle bağlanıyor genelde ve karakterler değişiyor. Bu yüzden karakterleri tanımak biraz zor ve hikayeler de biraz yüzeysel kalıyor. Ama son hikaye hariç bütün bu düzen kusursuz işlemiş. Çok şey anlatan ama az konuşan bir Çin dramı aslında.
Locke, benim için ekimin gerçek sürprizi oldu. Sürpriz film olarak açıklandığında ben programımı yapmıştım zaten. Fakat 11 seansına City's'e yetişemeyeceğimi farkedip soluğu Atlas'da aldığımda Locke'u izlemeye oturdum ve o hafta içinde izlediğim en iyi filmdi belki de. Senaryonun sırtlayıp götürdüğü çok güzel işlenmiş gerçek zamanlı bir film. Diyaloglar güzel ve ince hazırlanmış, kilit noktalar da çok güzel anlatılmış. Bir sonraki anda ne olacağını büyük bir merakla takip ettiren nev-i şahsına münhasır bir İngiliz eseri...
Büyülü Tarla da, ekimin en sevdiğim filmlerinden oldu. İç Savaş sırasında İngiltere'de geçen yarı-fantastik bir hikaye diyebilirim. Filmin birçok farklı unsuru var aslında ve hepsi harika kamera tekniği, ince senaryo ve kara komedi ile biraraya gelerek şahane anlar yaşatıyor.
Ana Kuzusu, bana en sert çalımı atan film oldu. Filmin gidişatı hiç tahmin etmediğim bir şekilde oldu, yakınından bile geçemedim. Komediyi en önemli unsur olarak seçmiş ve soğuk savaş üzerine çok şey söyleyen başarılı bir politik film. İzlerken şunu farkettim, savaşın ortasındaki Belgrad'ın sokakları İstanbul'un dışında kalan bazı mahallelere çok benziyor, bazılarındansa çok daha iyi görünüyor.
Ateşli Bakışlar, hakkında fikir beyan etmeyi bile istemiyorum. Elinde hikayesi dışında hiçbir malzemesi olmayan bir biyografi. O hikaye de sıradan sex&drugs hikayelerinden.
Balayı, ilginç başlayıp ardından sabrı zorlayan filmlerden. Ne anlatmak istediğini, ne de nasıl anlatmak istediğini anlatamamış. Hep sayıkladı durdu.
Pislikler, çok enteresandı gerçekten. Merak edilen ve tavsiye edilen bir filmdi ama çok başarısızdı gerçekten. Bütün film boyunca karakterler arasındaki ilişkileri dahi anlamak çok zordu, buna rağmen sonunu görebildik.
İzleyebildiklerimin özeti böyle. Sonradan uzatma olarak izlediğim Moebius var bir de. Enfes bir tecrübe. Beyoğlu Sineması'na gidin ve görün. Tek bir kelime bile duyulmayan filmde diyalogun yokluğu hiç belli olmuyor bile. Günümüz dünyasının üstünden döndüğü şiddet ve seksi bir aile dramı şeklinde izlemek çok değişik ve tuhaf gerçekten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder