2 Nisan 2012

Filmlerin Festivali

Nisan geldi. Keyif geldi, zevk geldi, tutku geldi... Bekleye bekleye helak olduğum o güzel 17 gün sonunda geldi. İstanbul Film Festivali cumartesi günü başladı. Benim açılışım ise bir gün gecikmeli oldu. Devletin birimlerinin organize ettiği 1 Nisan şakasının ardından ilk filmimi izledim.

Hem festival havasını solumak, hem de ilk olarak Faust'u izlemek çok keyifliydi. Yani Faust beni, bileti aldığım andan itibaren heyecanlandırdı. Doktor Faust! Belki de olabilecek en kötü çevirisini okumuşumdur, ama bu kadar bayıldığım çok az sayıda klasik var. Goethe muazzam bir beyne sahipmiş. Belki de bu yüzden, yapılan uyarlamalarında teatral yapısına, sahnelerin düzenine pek dokunulmamış. Fakat Sokurov'un Faust'u daha özgündü ve çok iyiydi! Hiç kopmadı, devamlı aktı. Bakınca dev bir portre gibiydi. Çok etkilendim, yeniden. Ben de Faust'u hep öyle hayal etmiştim. Hafif uzun saçlı, çirkin burunlu, çatık kaşlı... Ama Mephisto, daha iyi olamazdı. Tıpkı, Faust'un Gretchen'i elde ettiği sahne gibi... Baştan sona eksiksizdi.
Atilla Dorsay'la aynı salondaydık. Hemen önümüzde oturuyordu. Kulak kesildim sohbetine. Ekrem Bora'nın vefatını da ondan duydum.


Bugün de iki seansım vardı. İlk önce "Kopma"yı izledim ve darma duman oldum. bunda Adrien Brody'nin etkisi çok fazlaydı belki ama kurgusu ve işlenişi de çok iyi bir filmi. Filmleri alkışlamayı sevmem. Şimdiye kadar 3 filmi alkışladım, ikisini bugün izledim. İkincisinde Benno Fürmann'ın (filmin başrolünün) de salonda olmasının etkisi fazlasıyla var. Yüzüne karşı performansını alkışladım sonuçta. Ama Brody sahiden hak etti. Film genel olarak etkileyiciydi. Farklı açılardan, alışılmadık şekillerde bakarak insanları bu etkilemek çok zordur. American Beauty gibi, aslında dünyaya "çok iyi işliyormuş" gibi anlatılan Amerikan kültürünün aslında ne kadar sakat, işlevsiz, yanlış ve boş olduğunu anlatıyor. Bu işi de çok başarılı yapmışlar.

Farklı ve alışılmadık açılar deyince, benim ikinci seansım "Karanlıkta Kalanlar" da ilginç bir yerde bana kalırsa. İkinci Dünya Savaşı'nda Alman işgalindeki Polonya'da, Lehler ve Yahudiler arasında ki ilişkiler... Benim bu zamana kadar gördüğüm, ya Almanların tarafından ya da Yahudiler tarafından anlatılan hikayeler. Ama bu farklı. Lehler ile Yahudilerin ilişkisi nasıldır, diye hiç düşünmemiştim. İkilemler, kavgalar, can korkusu... Hepsi tertemiz ve pırıl pırıl. Filmin konusu ağır olunca atmosferinin de o ağırlığı yakalayabilmesi gerekiyor, ki bu hiç kolay bir şey değil. Bunu genelde seyreden bir kamerayla yakalamaya çalışıyorlar, çünkü dinamik bir çekim olacaksa çok daha fazla emek ve yetenek gerekiyor.
Film mutlu sonla sona eriyormuş gibi görünse de, o yıllarda hiçbir "son"un mutlu olmadığını da hatırlatıyor.

"...sanki birbirimizi cezalandırabilmek için Tanrı'ya ihtiyacımız varmış gibi..."

Bu hafta ve önümüzde ki hafta izleyeceğim 5 film daha var. Aslında yaptığım ilk listede yirmiye yakın film vardı. Ah, zaman ve seans sıkıntısı olmasaydı da bu kadar filmi elemek zorunda kalmasaydım. İstemeye istemeye elemek zorunda kaldım hepsini. Ama her boş vaktimi bir başka filmle değerlendireceğim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder