Son zamanlarda lüzumca bir tartışma, daha doğrusu bir taşlama aldı başını gidiyor. Geçen yılın şüphesiz en iyi filmlerinden biri olan Whiplash'in vizyona girmesiyle başladı her şey. Daha önce festivalde izleme şansı bulan azınlıktan ziyade vizyonla beraber benim gibi izleyemeyenler de gitti beyazperde de bu şahane filmi gördü. Çok da güzel oldu aslına bakarsak. Böylesi pırıl pırıl filmleri pek fazla göremez olduk sinemada ne yazık ki. Neyse, vizyonda izleyen birçok insan da filmi ya sevdi ya da çok sevdi. Elbette belli noksanlıklar bulmak olası, ama genele bakınca ortada şahane bir iş duruyor. Benimse çok sevenlerden bir tanesi olduğum açık sanıyorum. Ama bir o kadar da beğenmeyen var filmi, ki bu çok doğal bir durum. Sinemayı güzel yapan da budur zaten. Birisi severken, başka birisinin aynı fikirde olmaması; bu bazen aynı sebepten bazen de bambaşka pencerelerden bakmanın sonucu oluyor, çok da güzel oluyor. Fakat işin renginin değiştiği bir nokta var, o da filmi beğenenlere "ne gereksiz beğendiğiniz ya!" diyerek çıkışmak, hatta bunu bir adım daha ileriye götürerek sürekli bunu tekrarlamak. Bir yerden sonra irite edici oluyor.
Herkesin kompleksleri var bu hayatta. En azından bunu öğrenecek kadar yaşadığımı düşünüyorum. Son zamanlarda bu komplekslerden en popüler olanı genel olarak sevilen bir ürünü gerekli gereksiz, sürekli taşlama ve kötü gösterme çabası. Beğenmemeyi geçiyor artık, hadsizce "siz ne anlarsınız zaten, yani bu beğenilir mi!" noktasına geliyor yavaş yavaş. Tekrar ediyorum ama kimse hiçbir şeyi beğenmek zorunda değil, niye beğendin diye de sorabilir. Ben de yapıyorum bunu. En çok da The Shawshank Redemption'ın neden bu kadar beğenildiğini sorgulamışımdır. Halen net bir cevap bulamadım hatta. Ama bunu her gün sorup, filmi sevenleri rencide edecek bir konuma getirmiyorum. Neden? Çok basit. NE GEREK VAR!
Peki ben Whiplash'i neden sevdim? Bol bol spoiler ile beraber bütün sürprizleri bozarak anlatmaya çalışacağım. Öncelikle teknik açıdan sevdim. Damien Chazelle ikinci uzun metraj tcrübesinde muazzam bir iş ortaya çıkarmış. Hikayeyi kurgulamadaki yeteneğinden tutun da, bu kurguyu besleyen ufak ayrıntılar ve oyuncuların performanslarına kadar ışıl ışıl duruyor. Başta J.K. Simmons elbette. Kariyerinin performansını ortaya koyduğu konusunda hepimiz hemfikiriz en azından. Miles Teller da kendisine yetişmek için çabalamış ama çok geride kalmış ne yazık ki. Kolay değil tabii, ama Teller'ın da yeteri kadar iyi olduğunu söylemek de pek mümkün değil. Fakat neyse ki, karakterin yapısı gereği öyle olağanüstü bir performansa ihtiyacı yok filmin. Belli kırılma noktalarını kotarması yetiyor ki Teller da bunu başarmış.
Benim gözümde aslan payı elbette yönetmenin. Chazelle'nin müzikten güç alarak yarattığı atmosfer muhteşem. Merkezine cazı oturtan yönetmen, bu merkezi de New York ekseninde işliyor. Bu genel tablonun özelinde ise Andrew var. İdealinin ilk adımını gerçekleştirmiş, yetenekli, tutkulu, umutlu, bir o kadar yalnız bir konservatuar birinci sınıf öğrencisi. Babasıyla sinemaya giden ve sürekli onun onayını almaya çalışan biri Andrew. Bu kısmı kaçırmak filmi de kaçırmak demek olabilir. Çünkü Whiplash, müziği merkezine alsa da aslında hikayesinin onun etrafında anlatıyor. Andrew'un en büyük tutkusu davul çalmak, hatta en iyi davulcu olmak. Lincoln Merkezi'nde boy gösteren as müzisyenlerden biri olmak. Fletcher'ın orkestrası da onun bu hayallerini gerçekleştirme yolundaki adımlarından bir tanesi, onun gözünde. Bu hayalini bir şekilde gerçekleştirme umudu taşıyor, çünkü orkestraya alınıyor. Böylece başlıyoruz.
Andrew için görünürde tek önemli şey varmış gibi dursa da, aslında iki şey var. Bunlardan ilki en iyi müzisyenlerden biri olmak bariz şekilde. Diğeri ise bu konuda babasının onayını almak. Hatta kendi gözünde başarısız bir konumdaki babasının onayını almak. Babasının bütün ailenin önünde Andrew'ı küçük düşürmesiyle bu arzusu suya düşüyor ve Andrew kendisini ispat edip onayını alabileceği başka birini arıyor. Fletcher'ın gözüne girebilmek için her fırsatı kullanmaya ve sınırlarını zorlamaya başlıyor. Başarıyor da, bir yere kadar. Gittikçe büyüyen hırsının, reddedilişlerinin yarattığı öfkesinin kurbanı oluyor gün geçtikçe. Kendi limitlerini aşmaya başlıyor ve çakılıyor, pes ediyor. Son büyük reddedilişini yaşıyor ve başa dönüyor. Okuldan atılıyor. Babasıyla film izlemeye devam ediyor. Hatta babasının haklı çıktığını düşünmenin verdiği eziklikle. Başarısızlığının yarattığı ağırlıkla. Çok geçmeden bir tesadüfün ardından tekrar kendine ve Fletcher'a güveniyor. Fletcher'la olan sert ve anlaşılması çok zor ilişkileri birbirlerini zorlamanın ötesinde, birbirlerini küçük düşmeye hatta mahvetmeye kadar varmış durumda artık. Filmin son sahnesi aslında bütün filmin özeti gibi. Fletcher'a güvenip, ya zirveyi göreceğinin ya da dibe vuracağının farkında olarak sahneye çıkan Andrew, mahvoluyor. Fletcher'ın onu kandırdığını farkedip yenilgiyle sahneyi terkediyor. Kapıda bekleyen babasına sarılıyor. Ama o an, her şey için çok geç olan o anda, babasının onu teselli etmeye çalışmasının, ona sımsıkı sarılmasının onun için artık bir anlamı olmuyor. Tek tesellisi kendisini bir şekilde ispat etmesiyken bunu farkedip babasından uzaklaşıyor ve sahneye dönüyor. Yeni baba figürünün karşısına geçip taburesine oturuyor ve ona itaat etmekten vazgeçip, bu sefer kendi kurallarını koyarak onun onayını almak için çalıyor, çalıyor, çalıyor ve çalıyor. O son bakışı görene kadar.
Whiplash'ın müziğe bakış açısı ise en öznel kısmı. Müziği yetenekli ve tutkulu bir sanat türünden ziyade, hırsların ve bir yerde kariyer hedeflerinin çerçevesine oturttuğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat bu müzik için söylenmiş bir sözden ziyade, müziğe farklı taraftan bakmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bakış açısını da defalarca açıklıyor aslında. Bu konuda Black Swan gibi örneklerden ayrılıyor, her ne kadar benzer bir konudan yola çıksalar da. Dediğim gibi Whiplash'ın barındırdığı baba faktörü birçok şeyi açıklar ve tamamlar nitelikte. Filmin müziği neden bu kadar agresif kullandığının, sınırları zorlama ve aşma konusunda neden bu kadar ısrarcı olduğunun, geriye kalan her şeyi neden gereksiz gördüğünün ve bunu neden bu kadar sıkça vurguladığının cevabı bu küçük ayrıntıda saklı. Manevi aidiyet hissini tatmin edebilmek için kurulan bir atmosfer hepsi. Oldukça sağlam kurulduğunu da tekrar etmekte yarar var.
Chazelle'nin teknik bakış açısı da bütün bu sebeplerin varlığını somutlaştıran unsur oluyor. Mekanları kullanmaktaki ustalığı dillere destan. Tıpkı Martin Scorsese'nin Taxi Driver'da Travis'in taksisinden kocaman bir dünya yaratması gibi, Andrew'ın davuluyla aynı şeyi yapıyor Chazelle. Müziği ve hırsı da aynı topta eritme avantajıyla taksiden çok daha küçük ve kısıtlı bu mekanda çok daha fazlasını gerçekleştiriyor hatta. Senaryosunu çok iyi kullanması ve hikayenin akışını her dokunuşuyla rahatlatması da cabası.
İşte ben Whiplash'ı bu yüzden sevdim. Film müziği yüceltmiyor ya da yermiyor. Müziği bir araç olarak kullanıp başka bir şey anlatmaya çalışıyor. Ama müzik bu, sırf Chazelle öyle kullanmak istiyor diye dünyadaki en ulu ve en dikkat çekici güzelliklerden biri olmayı bırakacak değil ya! Elbette çok fazla ön plana çıkıyor, başka türlüsü de mümkün değildi zaten. Müziğin kimliği konusunda tartışabiliriz ya da filmin rock grupları hakkındaki yorumu üstüne konuşarak bütün bir geceyi bitirebiliriz. Bunlar salt gerçeklikler değil zaten, yalnızca filmin gidişatına özel yerleştirilmiş öznel bakış açıları, fazlası değil.
Herkesin kompleksleri var bu hayatta. En azından bunu öğrenecek kadar yaşadığımı düşünüyorum. Son zamanlarda bu komplekslerden en popüler olanı genel olarak sevilen bir ürünü gerekli gereksiz, sürekli taşlama ve kötü gösterme çabası. Beğenmemeyi geçiyor artık, hadsizce "siz ne anlarsınız zaten, yani bu beğenilir mi!" noktasına geliyor yavaş yavaş. Tekrar ediyorum ama kimse hiçbir şeyi beğenmek zorunda değil, niye beğendin diye de sorabilir. Ben de yapıyorum bunu. En çok da The Shawshank Redemption'ın neden bu kadar beğenildiğini sorgulamışımdır. Halen net bir cevap bulamadım hatta. Ama bunu her gün sorup, filmi sevenleri rencide edecek bir konuma getirmiyorum. Neden? Çok basit. NE GEREK VAR!
Peki ben Whiplash'i neden sevdim? Bol bol spoiler ile beraber bütün sürprizleri bozarak anlatmaya çalışacağım. Öncelikle teknik açıdan sevdim. Damien Chazelle ikinci uzun metraj tcrübesinde muazzam bir iş ortaya çıkarmış. Hikayeyi kurgulamadaki yeteneğinden tutun da, bu kurguyu besleyen ufak ayrıntılar ve oyuncuların performanslarına kadar ışıl ışıl duruyor. Başta J.K. Simmons elbette. Kariyerinin performansını ortaya koyduğu konusunda hepimiz hemfikiriz en azından. Miles Teller da kendisine yetişmek için çabalamış ama çok geride kalmış ne yazık ki. Kolay değil tabii, ama Teller'ın da yeteri kadar iyi olduğunu söylemek de pek mümkün değil. Fakat neyse ki, karakterin yapısı gereği öyle olağanüstü bir performansa ihtiyacı yok filmin. Belli kırılma noktalarını kotarması yetiyor ki Teller da bunu başarmış.
Benim gözümde aslan payı elbette yönetmenin. Chazelle'nin müzikten güç alarak yarattığı atmosfer muhteşem. Merkezine cazı oturtan yönetmen, bu merkezi de New York ekseninde işliyor. Bu genel tablonun özelinde ise Andrew var. İdealinin ilk adımını gerçekleştirmiş, yetenekli, tutkulu, umutlu, bir o kadar yalnız bir konservatuar birinci sınıf öğrencisi. Babasıyla sinemaya giden ve sürekli onun onayını almaya çalışan biri Andrew. Bu kısmı kaçırmak filmi de kaçırmak demek olabilir. Çünkü Whiplash, müziği merkezine alsa da aslında hikayesinin onun etrafında anlatıyor. Andrew'un en büyük tutkusu davul çalmak, hatta en iyi davulcu olmak. Lincoln Merkezi'nde boy gösteren as müzisyenlerden biri olmak. Fletcher'ın orkestrası da onun bu hayallerini gerçekleştirme yolundaki adımlarından bir tanesi, onun gözünde. Bu hayalini bir şekilde gerçekleştirme umudu taşıyor, çünkü orkestraya alınıyor. Böylece başlıyoruz.
Andrew için görünürde tek önemli şey varmış gibi dursa da, aslında iki şey var. Bunlardan ilki en iyi müzisyenlerden biri olmak bariz şekilde. Diğeri ise bu konuda babasının onayını almak. Hatta kendi gözünde başarısız bir konumdaki babasının onayını almak. Babasının bütün ailenin önünde Andrew'ı küçük düşürmesiyle bu arzusu suya düşüyor ve Andrew kendisini ispat edip onayını alabileceği başka birini arıyor. Fletcher'ın gözüne girebilmek için her fırsatı kullanmaya ve sınırlarını zorlamaya başlıyor. Başarıyor da, bir yere kadar. Gittikçe büyüyen hırsının, reddedilişlerinin yarattığı öfkesinin kurbanı oluyor gün geçtikçe. Kendi limitlerini aşmaya başlıyor ve çakılıyor, pes ediyor. Son büyük reddedilişini yaşıyor ve başa dönüyor. Okuldan atılıyor. Babasıyla film izlemeye devam ediyor. Hatta babasının haklı çıktığını düşünmenin verdiği eziklikle. Başarısızlığının yarattığı ağırlıkla. Çok geçmeden bir tesadüfün ardından tekrar kendine ve Fletcher'a güveniyor. Fletcher'la olan sert ve anlaşılması çok zor ilişkileri birbirlerini zorlamanın ötesinde, birbirlerini küçük düşmeye hatta mahvetmeye kadar varmış durumda artık. Filmin son sahnesi aslında bütün filmin özeti gibi. Fletcher'a güvenip, ya zirveyi göreceğinin ya da dibe vuracağının farkında olarak sahneye çıkan Andrew, mahvoluyor. Fletcher'ın onu kandırdığını farkedip yenilgiyle sahneyi terkediyor. Kapıda bekleyen babasına sarılıyor. Ama o an, her şey için çok geç olan o anda, babasının onu teselli etmeye çalışmasının, ona sımsıkı sarılmasının onun için artık bir anlamı olmuyor. Tek tesellisi kendisini bir şekilde ispat etmesiyken bunu farkedip babasından uzaklaşıyor ve sahneye dönüyor. Yeni baba figürünün karşısına geçip taburesine oturuyor ve ona itaat etmekten vazgeçip, bu sefer kendi kurallarını koyarak onun onayını almak için çalıyor, çalıyor, çalıyor ve çalıyor. O son bakışı görene kadar.
Whiplash'ın müziğe bakış açısı ise en öznel kısmı. Müziği yetenekli ve tutkulu bir sanat türünden ziyade, hırsların ve bir yerde kariyer hedeflerinin çerçevesine oturttuğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat bu müzik için söylenmiş bir sözden ziyade, müziğe farklı taraftan bakmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bakış açısını da defalarca açıklıyor aslında. Bu konuda Black Swan gibi örneklerden ayrılıyor, her ne kadar benzer bir konudan yola çıksalar da. Dediğim gibi Whiplash'ın barındırdığı baba faktörü birçok şeyi açıklar ve tamamlar nitelikte. Filmin müziği neden bu kadar agresif kullandığının, sınırları zorlama ve aşma konusunda neden bu kadar ısrarcı olduğunun, geriye kalan her şeyi neden gereksiz gördüğünün ve bunu neden bu kadar sıkça vurguladığının cevabı bu küçük ayrıntıda saklı. Manevi aidiyet hissini tatmin edebilmek için kurulan bir atmosfer hepsi. Oldukça sağlam kurulduğunu da tekrar etmekte yarar var.
Chazelle'nin teknik bakış açısı da bütün bu sebeplerin varlığını somutlaştıran unsur oluyor. Mekanları kullanmaktaki ustalığı dillere destan. Tıpkı Martin Scorsese'nin Taxi Driver'da Travis'in taksisinden kocaman bir dünya yaratması gibi, Andrew'ın davuluyla aynı şeyi yapıyor Chazelle. Müziği ve hırsı da aynı topta eritme avantajıyla taksiden çok daha küçük ve kısıtlı bu mekanda çok daha fazlasını gerçekleştiriyor hatta. Senaryosunu çok iyi kullanması ve hikayenin akışını her dokunuşuyla rahatlatması da cabası.
İşte ben Whiplash'ı bu yüzden sevdim. Film müziği yüceltmiyor ya da yermiyor. Müziği bir araç olarak kullanıp başka bir şey anlatmaya çalışıyor. Ama müzik bu, sırf Chazelle öyle kullanmak istiyor diye dünyadaki en ulu ve en dikkat çekici güzelliklerden biri olmayı bırakacak değil ya! Elbette çok fazla ön plana çıkıyor, başka türlüsü de mümkün değildi zaten. Müziğin kimliği konusunda tartışabiliriz ya da filmin rock grupları hakkındaki yorumu üstüne konuşarak bütün bir geceyi bitirebiliriz. Bunlar salt gerçeklikler değil zaten, yalnızca filmin gidişatına özel yerleştirilmiş öznel bakış açıları, fazlası değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder