Festivale verdiğim iki günlük aradan sonra iki günde dört filmlik performansla geri döndüm. Bu festivalde ki ikinci raundum. Bu raundu, dünya festivallerinden ve genç ustalara ait filmlere ayırdım. Bu sene şansımdan mıdır, çokluğundan mıdır bilmiyorum artık izlediğim filmlerin çoğunu başrol oyuncusuyla ya da yönetmenle birlikte izledim. Ama ardından söyleşilere pek katılamadım. Aslında sadece bir tanesine katıldım.
Perşembe sabahı ilk seansına, yani saat 11.00 de, yetişebilmek için Taksim metrosunda vurgun yeme tehlikesiyle karşı karşıya kalsam da seansa yetiştim. Kuşağın adı "Genç Ustalar" olunca farklı bir merakla bekledim ve sahiden etkileyici bir film izledik. Filmin adı "Nefes". Filmin başından sonuna kadar hikayenin sürekli genişlemesiyle alıp götürdü. Bir yaşam mücadelesiydi.
Bazı filmlerde diyaloglar sahiden sıkıntı oluyor. Filmin ruhuna ve tarzına göre sahneleri kurgulayamayınca bir çuval incir berbat oluyor. Gereğinden fazla uzatılan sahneler, kısa kesilen, dolayısıyla eksikliğe sebep olan sahneler, çok az diyalog ya da çok fazla diyalog... Bunları sahnenin yapısına göre bilinçli oturtamayınca veya sahneleri doğru kurgulayamayınca film izlenirken fire veriyor. Fakat Nefes, bu konuda oldukça iyiydi bana göre. Birçok açıdan hatasızdı belki de. O kadar koşturup, nefes nefese kaldıktan sonra böyle bir filmle karşılaşıp hayal kırıklığı yaşamamak çok sevindirici oluyor.
Perşembe sabahı ilk seansına, yani saat 11.00 de, yetişebilmek için Taksim metrosunda vurgun yeme tehlikesiyle karşı karşıya kalsam da seansa yetiştim. Kuşağın adı "Genç Ustalar" olunca farklı bir merakla bekledim ve sahiden etkileyici bir film izledik. Filmin adı "Nefes". Filmin başından sonuna kadar hikayenin sürekli genişlemesiyle alıp götürdü. Bir yaşam mücadelesiydi.
Bazı filmlerde diyaloglar sahiden sıkıntı oluyor. Filmin ruhuna ve tarzına göre sahneleri kurgulayamayınca bir çuval incir berbat oluyor. Gereğinden fazla uzatılan sahneler, kısa kesilen, dolayısıyla eksikliğe sebep olan sahneler, çok az diyalog ya da çok fazla diyalog... Bunları sahnenin yapısına göre bilinçli oturtamayınca veya sahneleri doğru kurgulayamayınca film izlenirken fire veriyor. Fakat Nefes, bu konuda oldukça iyiydi bana göre. Birçok açıdan hatasızdı belki de. O kadar koşturup, nefes nefese kaldıktan sonra böyle bir filmle karşılaşıp hayal kırıklığı yaşamamak çok sevindirici oluyor.
İkinci raundumun kalan filmlerini de bugün izledim. Üç seans. İyi, vasat ve çok iyi şeklinde sıralandı. Yine yetişme stresi yaşadığım, perşembeden geri kalmayan bir sabahtı. Bu sefer "Çingene" ile günaydın dedim. Çingene hikayeleri, her zaman sürprizlere açıktır, her an her şey olabilir. En büyük eğlenceler ve en ağır dramlar çingene kamplarında yaşanır belki de. Fakat o kamplarda, mahallelerde hikayeler bitmez. Bir de yetenekli bir yönetmenin hayal gücünü aktarmasıyla çok mistik dünyalara gidebilirsiniz.
Açılış sahnesinde kahramanımız Adam'ın kara gözlerini çok yakından görüyoruz. Yönetmen Martin Sulik, Adam'ın bu bakışlarını bütün filme serpiştirerek ortamı germiş. Film boyunca Adam'ın hislerine ortak olmaya çalışıyoruz. En derine yerleşmiş ırkçılık duygusuna karşı durmaya çalışıyor. Ve Adam "Çingenelik nedir? Çalınca çingene mi oluyorsun?" diyerek feryat ediyor. Özellikle tutuklandıklarında kardeşiyle ona yapılanlar ise... Neyse spoiler yok, diğer filmlere de spoiler vermeden devam edeceğim.
Günün ikinci seansında, Atlas sinemasında filmin yönetmeni Adrian Sitaru ile birlikte "İyi Niyetler"i izledik. Daha önce bu konuda eleştiriler almış olsa gerek, filmden önce mikrofona geçti ve "umarım hayal kırıklığına uğramazsınız" dedi. Ama ben sahiden hayal kırıklığına uğradım. Konusu insanı etkilemeye oldukça müsaitti aslında. Ama az önce bahsettiğim gibi, çok fazla diyalog olunca ve bu diyaloglar tam istenileni veremeyince hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü bu filmde yönetmen, filmi senaryo üzerine kurmuş. Başka bir yönetmenin elinde bir baş ucu filmine dönüşebilecekken, film biraz harcanmış. İzlediklerim arasında olmamış tek filmdi. Henüz.
Ve son olarak "Güzellik". Farklıydı. Çok farklıydı. Bu konuda çekilmiş bir çok film izledim, ama bu çok farklıydı. En başından fark yarattı. Alkışladığım dördüncü film oldu bu. Yönetmenimiz bizimleydi. Film başladı ve o anda içine çekti. Adeta röntgenci gibiydik. Uzaktan izledik. Bastırılmış duygular, mutsuz bir hayat ve öldüren bir arzu... O kadar doluydu ki. Başrolde ki Deon Lotz, rolünü yaşamış adeta. Mesela bu filmde çok uzun sahneler ve çok az diyaloglar gerekliydi ve başarılıydı. O uzun sahnelerde gözümü kırpamadım çünkü her kareden tutku ve arzu akıyordu. Filmin adının nereden geldiğini anlayınca bile "vaaaayyy! sahiden!" diyorsunuz.
Filmden sonra yönetmenimiz Oliver Hermanus ile söyleşi vardı. Salon içinde mikrofon bana gelmedi ama fuayede kendisiyle bir süre sohbet edebildik. Bir değil, birkaç soru sormayı planlıyordum. Filmle ilgili sormak istediklerimi soranlar oldu, bende kişisel fikrini merak ettiğim bir soru sordum fuayede. Böylece çok ilginç bir şey de öğrendim. Sorum özetle şuydu: "Homoseksüellik üzerine çok ağır, sert sosyolojik normlar var. Bunları kırmamız için ne lazım? Hata nerede? Siz Güney Afrika'da bunu nasıl başardınız?" dedim. Cevabını çok beğendim şahsen: "Bunu toplum olarak aşabilmek tabi çok zor. Biz bunu nasıl mı başardık? Doğrusu bende bundan çok emin değilim. Ama mesela biz çok pembe dizi yaptık. Bu dizilerde eşcinsel karakterlerde vardı. Onların ilişkileri ve hatta belki de varlıkları bile zamanla insanların zihnine yerleşti. Zaten sinemanın veya televizyonun, görsel ögelerin ve bir öykü anlatmanın gücü de buradan gelmiyor mu!" dedi. Ona sadece "Çok mantıklı." diyebildim ve teşekkür ederek ayrıldım oradan. Çok mantıklıydı sahiden. Ama ilginç olan ise pempe dizilerin, belki de dünyada ki en anlamsız işlerin, aslında çok büyük bir anlam kazanabilmesi ve çok büyük bir iş başarabilmesi.
Bir de yönetmenin olaylara çok etkileyici bir bakış açısı vardı. Film boyunca o bakış açısıyla sizi etkiliyor zaten ama kanlı canlı yüzüme söylediğinde daha güçlü bir farkındalık yarattı. Bundan böyle Oliver Hermanus yakın markajımda olacak ve adım adım yaptığı işleri takip edeceğim.
Festival filmleri çok şahane ama bir seans görmedim ki teknik herhangi bir aksaklık olmasın. İstisnasız her seansta. Altyazıların gecikmesini ya da kaymasını aksaklık saymıyorum artık, ona iyice alıştık çünkü. Ama istenince gayet sorunsuz seanslar izletilebileceğinden eminim.
Haftaya üçüncü raund ile devam edeceğim. Ne demişler: "Sinema bir tutkudur!"
Günün ikinci seansında, Atlas sinemasında filmin yönetmeni Adrian Sitaru ile birlikte "İyi Niyetler"i izledik. Daha önce bu konuda eleştiriler almış olsa gerek, filmden önce mikrofona geçti ve "umarım hayal kırıklığına uğramazsınız" dedi. Ama ben sahiden hayal kırıklığına uğradım. Konusu insanı etkilemeye oldukça müsaitti aslında. Ama az önce bahsettiğim gibi, çok fazla diyalog olunca ve bu diyaloglar tam istenileni veremeyince hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü bu filmde yönetmen, filmi senaryo üzerine kurmuş. Başka bir yönetmenin elinde bir baş ucu filmine dönüşebilecekken, film biraz harcanmış. İzlediklerim arasında olmamış tek filmdi. Henüz.
Ve son olarak "Güzellik". Farklıydı. Çok farklıydı. Bu konuda çekilmiş bir çok film izledim, ama bu çok farklıydı. En başından fark yarattı. Alkışladığım dördüncü film oldu bu. Yönetmenimiz bizimleydi. Film başladı ve o anda içine çekti. Adeta röntgenci gibiydik. Uzaktan izledik. Bastırılmış duygular, mutsuz bir hayat ve öldüren bir arzu... O kadar doluydu ki. Başrolde ki Deon Lotz, rolünü yaşamış adeta. Mesela bu filmde çok uzun sahneler ve çok az diyaloglar gerekliydi ve başarılıydı. O uzun sahnelerde gözümü kırpamadım çünkü her kareden tutku ve arzu akıyordu. Filmin adının nereden geldiğini anlayınca bile "vaaaayyy! sahiden!" diyorsunuz.
Filmden sonra yönetmenimiz Oliver Hermanus ile söyleşi vardı. Salon içinde mikrofon bana gelmedi ama fuayede kendisiyle bir süre sohbet edebildik. Bir değil, birkaç soru sormayı planlıyordum. Filmle ilgili sormak istediklerimi soranlar oldu, bende kişisel fikrini merak ettiğim bir soru sordum fuayede. Böylece çok ilginç bir şey de öğrendim. Sorum özetle şuydu: "Homoseksüellik üzerine çok ağır, sert sosyolojik normlar var. Bunları kırmamız için ne lazım? Hata nerede? Siz Güney Afrika'da bunu nasıl başardınız?" dedim. Cevabını çok beğendim şahsen: "Bunu toplum olarak aşabilmek tabi çok zor. Biz bunu nasıl mı başardık? Doğrusu bende bundan çok emin değilim. Ama mesela biz çok pembe dizi yaptık. Bu dizilerde eşcinsel karakterlerde vardı. Onların ilişkileri ve hatta belki de varlıkları bile zamanla insanların zihnine yerleşti. Zaten sinemanın veya televizyonun, görsel ögelerin ve bir öykü anlatmanın gücü de buradan gelmiyor mu!" dedi. Ona sadece "Çok mantıklı." diyebildim ve teşekkür ederek ayrıldım oradan. Çok mantıklıydı sahiden. Ama ilginç olan ise pempe dizilerin, belki de dünyada ki en anlamsız işlerin, aslında çok büyük bir anlam kazanabilmesi ve çok büyük bir iş başarabilmesi.
Bir de yönetmenin olaylara çok etkileyici bir bakış açısı vardı. Film boyunca o bakış açısıyla sizi etkiliyor zaten ama kanlı canlı yüzüme söylediğinde daha güçlü bir farkındalık yarattı. Bundan böyle Oliver Hermanus yakın markajımda olacak ve adım adım yaptığı işleri takip edeceğim.
Festival filmleri çok şahane ama bir seans görmedim ki teknik herhangi bir aksaklık olmasın. İstisnasız her seansta. Altyazıların gecikmesini ya da kaymasını aksaklık saymıyorum artık, ona iyice alıştık çünkü. Ama istenince gayet sorunsuz seanslar izletilebileceğinden eminim.
Haftaya üçüncü raund ile devam edeceğim. Ne demişler: "Sinema bir tutkudur!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder