Sinemayı genellikle türlere ayırırız. Filmleri tanımlamak için yönetmenlerin tercih ettiği unsurların genel geçer adlarını kullanırız. Korku, gerilim, aksiyon, dram, komedi, macera filmleri/sineması diyerek. Sinemanın türlerine son yıllarda birtakım yeni türler eklenmiş gibi duruyor. “Sanat filmi” ya da bir diğer değişle “festival filmi” tanımlarını fazlaca duyar olduk. Bu tanımlardan ne kadar rahatsız olsam da, yazı içerisinde ayrım yapabilmek adına bu şekilde kullanacağım. Genel izleyici tarafından bu şekilde tanımlanan filmler, genellikle sinemasal kaygılarla çekilen ve festivallerde boy göstererek ilgili seyircilere ulaşmayı amaçlayan filmler oluyor. Ancak, sinema sektörüne dışarıdan bakıldığında, sinemasal kaygılardan ziyade gişede başarılı olan filmlerin daha baskın olduğunu söyleyenlere rastlamak oldukça yaygın bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Yalnızca gişe kaygısı güderek çekilen filmlerin de, zaman içerisinde kendi hassasiyetlerini edindiklerini söyleyebiliriz. Belki de bu yüzden, her geçen yıl belli isimlerin yönetmenliğinde adım adım daha başarılı filmler izleyebiliyoruz. Peki, kim bu yönetmenler? Önemli yapımcıların desteğiyle tamamen gişe başarısına odaklanmışken, nasıl bir motivasyonla kendilerini geliştirmeye çalışıyorlar, ya da çalışıyorlar mı?
Yeni Bir Tür Olarak Sanat Filmleri
Bu yazının asıl çıkış noktası, en başta da belirttiğim üzere, “sanat filmi” diye bir ayrımın gün geçtikçe daha fazla kişi tarafından yapılıyor olması. Sinema başlı başına bir sanat dalı olduğu için, her bir sinema filmi de doğrudan sanat eseridir. Kabaca, günümüzün en çok ilgi çeken iki sanat dalından biri olduğu varsayımını yaparsak, belki de sanat adına üretilen en işlevsel eserlerin sinema çerçevesinde üretildiğini söyleyebiliriz. Fakat günümüzde sanat da, satılması gereken bir üründür aynı zamanda. Bu bağlamda zaman zaman bir eserin ne tür kaygılarla ortaya koyulduğundan ziyade, ne kadar satacağını düşünmek daha ön plana çıkıyor ne yazık ki. Satışlarını önemseyen yapımcılar da, beklentilerini karşılayacak yönetmenlerle çalışmayı tercih ediyorlar. Hollywood’un başını çektiği sinema sektöründe, bu tarz bir intibaya sahip yönetmenler zaman içinde gittikçe ön plana çıkmaya başlıyorlar. Her seferinde daha başarılı “sipariş filmler” çeken bu isimlerin arasından, büyük ihtimalle sinema literatürüne geçen biri pek olmayacak. Onlar yalnızca filmleri sattıkça hatırlanacaklar ve ertesi yıl yeni bir filmin gelişiyle unutulacaklar.
Gelelim sanat ve festival filmlerine. Festival filmleriyle, gişe filmlerinin en önemli ayrımı sermaye elbette. Sinemasal kaygılarla çekilen çoğu film; izlediği film üstüne düşünen, tartışan ve kafa yoran izleyiciler için tasarlanıyor demek gayet mümkün. Genellikle bağımsız sinemacıların ellerinden çıkan bu filmler, oldukça mütevazi bütçelerle çekiliyor. Dertleri, mesajları ve anlatmak istedikleri olan vizyon sahibi projeler oluyorlar. Bu projeler sinemanın varlığına ve işlevine saygı duyan işler olarak karşımıza çıkıyor.
Memur Yönetmenler Kimliksiz Filmler
Peki, tam olarak kimlerden bahsediyorum? Elbette, Hollywood’un bünyesindeki bütün yönetmenleri bu kefeye koymuyorum. Vizyonu ve fikirleri olan yönetmenler bir yana, yalnızca önüne gelen siparişleri değerlendirenleri bir yana alarak incelemek en doğrusu olur. Onlara “memur yönetmenler” demeyi uygun görüyorum. Önüne gelen siparişi tamamlayan, karakteristik özelliklerden uzak bu isimler, sinemanın fabrikasyon haline gelmesinin en önemli unsurları. Bahsettiğim isimler, şu an için çoğunlukla blockbuster yapımların yönetmen koltuğunda oturuyorlar. Tabii, Josh Whedon ve Bryan Singer gibi isimleri de bahsedeceğim listenin dışında tutmak gerekir. Çünkü Whedon ve Singer gibi yönetmenler, kendi projelerini üreten isimler arasında bulunuyor. Memur yönetmenlere örnek verecek olursam, ilk söyleyeceğim isim Michael Bay olur. Hemen ardından David Ayer ve Matthew Vaughn gibi isimleri sayabilirim. Ama tabii ki, bu isimlerin filmlerinin kötü olduğundan bahsetmiyorum. Bilakis, her seferinde bir önceki filmlerini aşan işler ortaya çıkarmalarının tesadüf olmadığını söyleyebilirim. Sorun şu ki, sinemanın geleceğinde salondan çıkıldığı gibi unutulacak, sürekli popülerleşen ve genel olarak bir vizyondan uzak filmler mi var? Hollywood’un, kitlelerin zevklerine göre şekillendirdiği planlarına göz attığımızda cevap evet gibi duruyor. Memur yönetmenler varlıklarıyla gün geçtikçe bu cevabı daha da doğruluyorlar. Bir sanat dalının tamamen ticarileşmesiyle, bütün değerlerinin kaybolacağını ve sinemanın artık değerli bir olgu olmayacağını anlatmak ise oldukça güç sanıyorum.
Sinemanın varolan değerlerini daha da önemli kılmak, elbette her babayiğidin harcı değil. Ama daha ciddiyetsiz bir hale sokmak, ne yazık ki gayet mümkün. Memur yönetmenler konumlarını bir kariyer olarak değerlendirse de, sanata hizmet ettiklerini unutmamaları ya da belki de artık hatırlamaları gerekiyor.
Bu yazı Filmloverss.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder