Böyle listelerden şahsen hoşlanmıyorum. Filmlerin salt bir sıralamaya konulabileceğini de düşünmüyorum, bunu istemiyorum aslında. "En iyi" film yoktur çünkü. Birçok yönden mükemmel olsa da bir sahnede "niye böyle yapmamışlar" diyebilirsin. En yakın arkadaşım bayılmışken ben sevmeyebilirim vs. Değişkeni bol bir sanat kendileri. Ama içimden geldi ve hak ettiğini bulamamış, underrated birkaç filmi sıralayayım dedim. Underrated dediysem benim gönlüme taht kurmuş ama genelde bu kadar değer görmemiş filmler bunlar. Bundan sonra da overrated listesi yapacağım bir tane. Niye aklıma geldi böyle bir şey? Normalde çok konuşuyorum bu konuda. "O çok abartılmış", "bu filmin talihine üzülüyorum" diye. Bunları bi toparlayayım dedim. En azından birkaçını. 10'dan geriye sayayım o halde;
10 - Sound of Noise
Benim favorilerimden bir tanesi. İsveç-Fransa ortak yapımı suç, komedi filmi. Şahane bir bakış açısı var. Direnişle geçirdiğimiz şu birkaç aydan sonra bu film çok samimi gelebilir. Taksim'de piyano ile direnildi, SoN'da perküsyonla devrim yoluna gidiliyor. Underground müzisyenlerin, büyük salonlarda konser veren orkestra şeflerinin ve dünyası "sessiz" polislerin içiçe olduğu çok başarlı bir komedi. Genel tabirle "festival filmi" olarak görüldüğü için vizyonda gözükmedi. Ama izleyen bir daha izler, ben söyleyeyim.
9 - Delicatessen
Jean Pierre-Jeunet ve Marc Caro'nun beraber ortaya çıkardıkları mucizevi başyapıt. Genel olarak, fantastik temellere oturtulmuş romantik bir kara komedi demek en doğru tanım olur. Hemen her sahnesinden görsel zenginlik akar. Jeunet'in en iyi filmlerindendir. Distopik bir dünyadaki bir binada ve binanın alt katında geçen olayları anlatır bu sarı film. Bu dünyada bir içerisi, bir de dışarısı var. Bir yeraltı, bir de yerüstü var. Seslerden müzik yaratma fikri iyi işlendiğinde mucize yaratıyor. Sound of Noise'dan sonra Delicatessen de o mucizenin neferleridir gözümde.
8 - Bound
Wachowski kardeşlerin hakkı en çok yenen filmi. Basit bir konudan hareketle gerilimi sürekli yüksek tutarak çekilmiş oldukça başarılı bir gangster filmi. Wachowski kardeşlerin bütün filmleri büyük sükse yaptı. Matrix serisi en başarılı serilerden biridir, son olarak Cloud Atlas ise Amerika'da yerin dibine sokuldu, Time yılın en kötü filmi seçti. Bound bu filmler arasında hep kayboldu. Halbuki dinamikleri diğer filmleriden daha iyi oturmuştur bana göre. Ama iyiler her zaman kazanamıyor. Kısacası Wachowskilerin filmografisinin ilki ve mazlumu.
7 - After Hours
Adıyla müstesna zannımca. Tabi mevzu bahis Scorsese gibi ağır sıklet bir usta olunca filme underrated demek ne kadar doğru orasını bilemeyeceğim. Ama bu film de aldığı karşılığın kat ve kat fazlasını hak ediyor kesinlikle. Çekimlerinden olay örgüsüne, kurgusunun mükemmelliğine kadar harika bir film. Tabi o zamanlar hareketli kamera kullanımı hiç yaygın olmadığından Scorsese hemen göze batıyor. Bir de yaygın değil diye işin bokunu çıkarmış biraz, 20-25 sahnede hareketli kamera kullanmış neredeyse. Üstadın erken dönemi diyebiliriz bu filmin filmografisindeki yeri için. Fakat bir sinema severin isteyebileceği her unsur var, üstüne Scorsese var, After Hours var.
6 - Bananas
Ustaları yazıyorsam arka arkaya yazayım en azından. Woody Allen sinemada çığır açmış ve yığınla klasik yarakmış bir deha. Şanslıyız ki her sene yeni bir filmini izleyebiliyoruz. Son dönem klasiklerini ve Annie Hall, Manhattan gibi artık kült olmuş filmlerini ayırırsak Bananas olması gerekenden aşağıda kalır yine. Halbuki bence Allen'ın mizahının tavan yaptığı filmlerden bir tanesidir. Kazara gerillaya lider olan masum bir adamın tiraji-komik Allen usulü hali. Yönetmen Woody Allen, başrolde Woody Allen...
5 - In Bruges
Liste şimdiye kadar suç ve komedi üstüne sıralandı. Bu da başka bir suç filmi. Yönetmen Martin McDonald'ın ilk filmi. Senaryosuyla öne çıkan, müzikleriyle beslenen ve ilerledikçe konusuyla birlikte çok büyük bir film. Sağlam başroller ve mistik bir şehir ile daha da büyüyor. Aslında Colin Farrell başrolü şehirle paylaşıyor desem çok daha doğru olur. Başrolünde şehirlerin olduğu filmler bambaşka bir konu ama.
4 - Cosmopolis
Cronenberg hep çok tartışılan bir adam olmuş. Çoğunlukla beğenilmemiş, anlaşılamamış ya da sevilmemiş. Hatta şu an kült sayılan filmlerinin özel gösterimlerinde insanlar hiçbir şey anlamadıklarını söylemişler hep. Misal Videodrome. En sevdiğim filmidir bu arada. Cosmopolis de son filmi ve büyük beklentiyle gelmişti, aynı büyüklükte tepki ve hayakırıklığıyla döndü. Cronenberg'in sinemasına çok aşina olmayanların rahatsız hissedip salonu terk ettiğini duymuştum. Olur yani normaldir. Cronenberg çok acaip bir bilim-kurgu kafasına sahip çünkü. Hatta ben evinde tost makinesiyle seviştiğini düşünüyordum bir ara. Cosmopolis'te bu tür bir kurgu yok, daha çok gerçekliğin bükülmesi var gibi. Biraz fantastik bu sebepten. Yani demem o ki, hak ettiğini alamamasının birçok sebebi var gibi duruyorsa da bunlar pek de doğru değil. Tarzına yabanı olunca yadırganıyor sadece, ama bu Cronenberg. Hatta bu sefer baya edepliydi.
3 - Away We Go
Amerikan bağımsızlarının son dönemdeki en başarılı örneklerinden. Çok başarılı bir yol hikayesi, aşk hikayesi, aile dramı ve macera filmi. Sam Mendes'in güçlü kaleminden güç alıp sağlam yan karakterlerle, doğru ve iyi işlenmiş kurguyla almış yürümüş. Filmi izlerken "ben kendimi karakterin yerine koymak istiyorum"cular için biçilmiş kaftan bir kere. O kadar içten ve samimi. Tabi bütün bağımsızların kaderi hemen hemen aynı oluyor gişede. İzlenmiyor, hatta duyulmuyor bile. Ultra naif hikayesiyle tam bir sevgi pıtırcığı bu film. Ve çok daha fazla ilgiyi hak ediyor.
2 - Moonrise Kingdom
2012 çok bereketli bir yıldı. Belki de son 10 yılın en iyi filmlerinin yılı oldu. Moonrise Kingdom da Wes Anderson'un o yıl ki kıyağıydı. Baştan ayağa sinema dersi. Ama dedim ya o yıl çok fazla çok güzel film vardı ve filmimiz o bereketin içinde biraz kayboldu. Enfes kadrosu da buna pek engel olamadı. Zira kendisinden hiç hoşlanmasam da Bruce Willis, hastası olduğum Bill Murray, Edward Norton, Tilda Swinton vs. Kaçak bir aşk hikayesini anlatıyor filmimiz, biraz alışılmamış ve biraz şairane bir biçimde.
1 - Paris, Texas
Geldik ilk sıraya. Bu listede sadece bu film sıralamaya dahil oldu. Listeyi yapmaya karar verdiğimde de aklımda sadece bu film vardı; Paris, Texas. Hiçbir şekilde hak ettiğini alamadığını düşünüyorum ve biliyorum. İzlediğim ve ektisinden bir süre çıkamadığım iki ya da üç film olmuştur. Paris, Texas'ın etkisi ara ara devam eder hatta. Yani ne söyleyebilirim onu da bilmiyorum. İlk sahnesinden son sahnesine bir tablodur esasında. Her ayrıntısı özel olarak renklendirilmiş, piksel piksel incelenmiş gibi... Bazı çevrelerde Kurt Coain'in en sevdiği film olarak söyleniyor. Eşsiz bir persfektifi ve kurgu var. Benim nazarımda tüm zamanların en underrated filmi budur.
10 - Sound of Noise
Benim favorilerimden bir tanesi. İsveç-Fransa ortak yapımı suç, komedi filmi. Şahane bir bakış açısı var. Direnişle geçirdiğimiz şu birkaç aydan sonra bu film çok samimi gelebilir. Taksim'de piyano ile direnildi, SoN'da perküsyonla devrim yoluna gidiliyor. Underground müzisyenlerin, büyük salonlarda konser veren orkestra şeflerinin ve dünyası "sessiz" polislerin içiçe olduğu çok başarlı bir komedi. Genel tabirle "festival filmi" olarak görüldüğü için vizyonda gözükmedi. Ama izleyen bir daha izler, ben söyleyeyim.
9 - Delicatessen
Jean Pierre-Jeunet ve Marc Caro'nun beraber ortaya çıkardıkları mucizevi başyapıt. Genel olarak, fantastik temellere oturtulmuş romantik bir kara komedi demek en doğru tanım olur. Hemen her sahnesinden görsel zenginlik akar. Jeunet'in en iyi filmlerindendir. Distopik bir dünyadaki bir binada ve binanın alt katında geçen olayları anlatır bu sarı film. Bu dünyada bir içerisi, bir de dışarısı var. Bir yeraltı, bir de yerüstü var. Seslerden müzik yaratma fikri iyi işlendiğinde mucize yaratıyor. Sound of Noise'dan sonra Delicatessen de o mucizenin neferleridir gözümde.
8 - Bound
Wachowski kardeşlerin hakkı en çok yenen filmi. Basit bir konudan hareketle gerilimi sürekli yüksek tutarak çekilmiş oldukça başarılı bir gangster filmi. Wachowski kardeşlerin bütün filmleri büyük sükse yaptı. Matrix serisi en başarılı serilerden biridir, son olarak Cloud Atlas ise Amerika'da yerin dibine sokuldu, Time yılın en kötü filmi seçti. Bound bu filmler arasında hep kayboldu. Halbuki dinamikleri diğer filmleriden daha iyi oturmuştur bana göre. Ama iyiler her zaman kazanamıyor. Kısacası Wachowskilerin filmografisinin ilki ve mazlumu.
7 - After Hours
Adıyla müstesna zannımca. Tabi mevzu bahis Scorsese gibi ağır sıklet bir usta olunca filme underrated demek ne kadar doğru orasını bilemeyeceğim. Ama bu film de aldığı karşılığın kat ve kat fazlasını hak ediyor kesinlikle. Çekimlerinden olay örgüsüne, kurgusunun mükemmelliğine kadar harika bir film. Tabi o zamanlar hareketli kamera kullanımı hiç yaygın olmadığından Scorsese hemen göze batıyor. Bir de yaygın değil diye işin bokunu çıkarmış biraz, 20-25 sahnede hareketli kamera kullanmış neredeyse. Üstadın erken dönemi diyebiliriz bu filmin filmografisindeki yeri için. Fakat bir sinema severin isteyebileceği her unsur var, üstüne Scorsese var, After Hours var.
6 - Bananas
Ustaları yazıyorsam arka arkaya yazayım en azından. Woody Allen sinemada çığır açmış ve yığınla klasik yarakmış bir deha. Şanslıyız ki her sene yeni bir filmini izleyebiliyoruz. Son dönem klasiklerini ve Annie Hall, Manhattan gibi artık kült olmuş filmlerini ayırırsak Bananas olması gerekenden aşağıda kalır yine. Halbuki bence Allen'ın mizahının tavan yaptığı filmlerden bir tanesidir. Kazara gerillaya lider olan masum bir adamın tiraji-komik Allen usulü hali. Yönetmen Woody Allen, başrolde Woody Allen...
5 - In Bruges
Liste şimdiye kadar suç ve komedi üstüne sıralandı. Bu da başka bir suç filmi. Yönetmen Martin McDonald'ın ilk filmi. Senaryosuyla öne çıkan, müzikleriyle beslenen ve ilerledikçe konusuyla birlikte çok büyük bir film. Sağlam başroller ve mistik bir şehir ile daha da büyüyor. Aslında Colin Farrell başrolü şehirle paylaşıyor desem çok daha doğru olur. Başrolünde şehirlerin olduğu filmler bambaşka bir konu ama.
4 - Cosmopolis
Cronenberg hep çok tartışılan bir adam olmuş. Çoğunlukla beğenilmemiş, anlaşılamamış ya da sevilmemiş. Hatta şu an kült sayılan filmlerinin özel gösterimlerinde insanlar hiçbir şey anlamadıklarını söylemişler hep. Misal Videodrome. En sevdiğim filmidir bu arada. Cosmopolis de son filmi ve büyük beklentiyle gelmişti, aynı büyüklükte tepki ve hayakırıklığıyla döndü. Cronenberg'in sinemasına çok aşina olmayanların rahatsız hissedip salonu terk ettiğini duymuştum. Olur yani normaldir. Cronenberg çok acaip bir bilim-kurgu kafasına sahip çünkü. Hatta ben evinde tost makinesiyle seviştiğini düşünüyordum bir ara. Cosmopolis'te bu tür bir kurgu yok, daha çok gerçekliğin bükülmesi var gibi. Biraz fantastik bu sebepten. Yani demem o ki, hak ettiğini alamamasının birçok sebebi var gibi duruyorsa da bunlar pek de doğru değil. Tarzına yabanı olunca yadırganıyor sadece, ama bu Cronenberg. Hatta bu sefer baya edepliydi.
3 - Away We Go
Amerikan bağımsızlarının son dönemdeki en başarılı örneklerinden. Çok başarılı bir yol hikayesi, aşk hikayesi, aile dramı ve macera filmi. Sam Mendes'in güçlü kaleminden güç alıp sağlam yan karakterlerle, doğru ve iyi işlenmiş kurguyla almış yürümüş. Filmi izlerken "ben kendimi karakterin yerine koymak istiyorum"cular için biçilmiş kaftan bir kere. O kadar içten ve samimi. Tabi bütün bağımsızların kaderi hemen hemen aynı oluyor gişede. İzlenmiyor, hatta duyulmuyor bile. Ultra naif hikayesiyle tam bir sevgi pıtırcığı bu film. Ve çok daha fazla ilgiyi hak ediyor.
2 - Moonrise Kingdom
2012 çok bereketli bir yıldı. Belki de son 10 yılın en iyi filmlerinin yılı oldu. Moonrise Kingdom da Wes Anderson'un o yıl ki kıyağıydı. Baştan ayağa sinema dersi. Ama dedim ya o yıl çok fazla çok güzel film vardı ve filmimiz o bereketin içinde biraz kayboldu. Enfes kadrosu da buna pek engel olamadı. Zira kendisinden hiç hoşlanmasam da Bruce Willis, hastası olduğum Bill Murray, Edward Norton, Tilda Swinton vs. Kaçak bir aşk hikayesini anlatıyor filmimiz, biraz alışılmamış ve biraz şairane bir biçimde.
1 - Paris, Texas
Geldik ilk sıraya. Bu listede sadece bu film sıralamaya dahil oldu. Listeyi yapmaya karar verdiğimde de aklımda sadece bu film vardı; Paris, Texas. Hiçbir şekilde hak ettiğini alamadığını düşünüyorum ve biliyorum. İzlediğim ve ektisinden bir süre çıkamadığım iki ya da üç film olmuştur. Paris, Texas'ın etkisi ara ara devam eder hatta. Yani ne söyleyebilirim onu da bilmiyorum. İlk sahnesinden son sahnesine bir tablodur esasında. Her ayrıntısı özel olarak renklendirilmiş, piksel piksel incelenmiş gibi... Bazı çevrelerde Kurt Coain'in en sevdiği film olarak söyleniyor. Eşsiz bir persfektifi ve kurgu var. Benim nazarımda tüm zamanların en underrated filmi budur.
After Hours gerçektende hakettiği yeri bulamamış bir kara - komedi filmi örneğiydi.
YanıtlaSil