24 Nisan 2013

Emek Yerinde Güzel Festival Emek'le Güzel

Bu yıl festival tatsızdı. Eski havasından yoksun, mutsuz, hüsrana uğramış gibi... Bu yıl herkes için tek önemli şey vardı: Emek!

Emek'in kavgası vardı festival boyunca. Festival haftası Serkldoryan Binası'nın her tarafını kuşatmış iskelelerin iyice beslidiği kızgınlık ve öfke vardı. Çok duygulsal bir konu aslında bu, aynı zamanda eski de. Bazı şeylerin sadece ticaretten ibaret olmadığını ve olamayacağının anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü bu kavganın doğması bu para aşkından kaynaklandı ve hala alevleniyor. İsteğimiz, dileğimiz çok basit aslında: Emek sokaktan ayrılmasın! Emek için, Olkan Özyurt burada oldukça kapsamlı ve açıklayıcı bir yazı hazırlamış. Davanın 20 yıllık geçmişini, nedenini, sürecini tarafların gözünden güzelce derlemiş.

Duygusal olarak hatıranın ne kadar önemli olduğunu unutmamak lazım. Hatıralarımız olmazsa biz de hiç var olmamış sayılırız...

Böyle bir havada geçti festival. Emek için yürüyüşler ve sloganlar eşliğinde. Festivalin her anında bu kasvet vardı.

Bu iki haftayı ben de kendimce 15 filmle geçirdim. Filmleri daha çok boş olduğum zamana göre seçtiğim için bir hayli hayal kırıklığına uğradığım oldu. Geçen senelerin o tadını alamadım bir türlü. Hepsi kötü değildi tabi. Çok başarılı belgeseller izledim mesela. Ustaların sinemasına maruz kalmak bile yetti. Aslında bu durum benim seçtiğimlerle alakalı olduğu kadar iksv'nin festival politasıyla da alakalı. Son yıllarda olaya daha yenilikçi bakıyorlar. Çok açıdan "olabildiğince" örnek sunuyorlar. Bu da gerek ustalara, gerek klasiklere, gerekse retrospektifler, özel gösterimler kısıldıkça kısılıyor. Zaten ortada salon sıkıntısı, hatta "büyük salon" sıkıntısı mevcutken festivali iyice bölüyor, üç farklı ilçeye yayılmaya mecbur bırakıyor. Tabi bu yılı kendi içinde değerlendirirsek, diğer yıllarda olduğu gibi sükse yapıcı pek fazla iş de yoktu hani.

Ben festivalim sert başladı. Mayınlı Bölge çok dikkatimi çekmişti zaten. Güney Kore'den dışlanmışlara adanmış, oldukça kasvetli havada geçen Yük, çok fazla düşündürdü beni. Etkilenmemek çok zor zaten, üzerine düşündükçe iyice içine çekiyor konu sizi. Kötü geçen çocukluk, insanlardan fiziksel olarak farklı olmanın zorluğu, cinsel kimlik sıkıntısı, aidiyet, kabullenme gibi bir yığın zor ve yorucu dinamik arasından ağır kamera hareketleri ile sıyrılıyor film. Güney Kore sineması her daim sevilmeyi ve saygı görmeyi hak eder. Çok iyi olmasa da bıraktığı etki çok hatırda kalıcı sahiden.

Ustalar'dan Olivier Assayas'ın filmi Aşk Kokusu'nu izlemesi çok keyifliydi. 68 kuşağı sonrası 70'ler başlangıcı, Paris'te liselerdeki devrim ateşine yönelen bir film. Her şey sonlanır ama sondan ibaret değildir. Tam olarak böyle bir filmdi. Çok içtendi ve müzikle hayatla dolmuştu. Festivalde izlerken en keyif aldığım filmlerden bir tanesi zaten. Bir diğeri içinde Perde'yi söyleyebilirim mesela. Jafar Panahi çok büyük adam. Mükemmel bir azimle, aşkla filmlerini çekiyor. Kendi süper egolarını tasvir etmiş bu sefer. Bu işi küçücük bir ekiple yapmasına rağmen kurgusu çok yerindeydi. Büyük hayranıyım sahiden. Sadece bu film üzerinden konuşursak bile, işlenmesi, aktarılması çok zor olan bu tür psikolojik konuları böylesine kısıtlı imkanla -çok kısıtlı- yapmak büyük bir saygıyı hak ediyor bence.


Bu festivalde bir kez daha farkettim. Filipinleri ve Filipinlileri çok seviyorum. Çok renkli insanlar, en az bizim kadar ama bizden çok daha içtenler. Bwakaw, bu yıl ki Filipinli filmimdi. Altmış yaşındaki bir adamın birkaç günlük hikayesini anlatıyordu film. Kendini son yıllarına kadar hep inkar etmiş, kendisine yalan söylemiş bir adamı ve onun köpeğini. Her şey aşka bağlıdır, çoğu zaman olduğu gibi. Fakat bir insanın kendisini farketmesine, kendisiyle barışmasına yol açan aşk, karşılık bulamasa bile armağan gibidir. Tabi, hüzünlü bir armağan... Mizahından, karakterlerine kadar çok keyif vericiydi.

Edebiyat Uyarlamaları'nda, Joker'in fikir babası Victor Hugo'nun eserinden uyarlama Gülen Adam'ı yönetmeniyle izledik, sonrasında da söyleştik. Filmin atmosferini çok iyi oturmuş bir kere.Gérard Depardieu'nun bulunması bile film için koskocaman bir artıyken, üstüne tam oturan karakterini çok iyi yansıtmış. Çok sürpriz olmayan bir hikayesi var filmin. Kimsesiz bir gencin aslında aristokrat bir aileden geldiğini öğrenmesi ve bunu fakir insanları kurtarmak için kullanmaya çabalamasını anlatıyor. Konu bu kadar romantik görünse de, çok sert politik eleştiriler var. Hatta doğrudan söylenen ve muhatap arayan eleştiriler. Yönetmen Jean-Pierre Amaris'in söylediklerine göre bahsettiğim bu cümleler kitapta yer alıyormuş ve Hugo'nun otobiyografik esinlemesine dayanıyormuş. Bana göre filmin tek eksiği, etkisini düşürecek ölçüde kısa olmasıydı. Bu da tabi bütçeyle alakalı daha çok. Stüdyoda çekim yapıyorsunuz, ağır bir senaryo var elinizde, ekipmanlar, figüranlar, efektler, Gérard Depardieu derken liste hemen kabarıyor zaten.

Genelde ortalama düzeyde filmler izledim. Yukarıdakiler oldukça keyifliydi ama beni yerimden sarsacak bir film izleyemedim. Yarışan filmler arasında böyle etki yaratan varmış ama. Onları da izlemeyi çok istiyorum. İzlediklerim arasından Ahududu ödülünü hiç şüphesiz, tereddütsüz Tarihi Şehir Merkezi'ne veriyorum. Bu kadar zorla izlediğim başka bir film olmadı.Manoel De Oliveira, Aki Kaurismaki, Victor Erice, Pedro Costa toplamda doksan dakika olan dört kısa filmi biraraya getirmişler. Tema belli, Guimarães. Yalnızca Kaurismaki biraz olsun dinamikleri belli olan bir film yapmış ama diğerleri sahiden sabrımı sınadı. Bunun gibi Sessiz Işık da. Hakkında ne söyleyebilirim, bilmiyorum. Seni İlk Gördüğümde, bambaşka bir muameleye görmeli. Yıllar süren bir gerilla mücadelesini bu kadar romantik göstermek bir yerde mutlaka sırıtır. Gerçekliğinin kusursuz olmasını tabi ki beklemiyorum adı üstünde kurgu ama yaz kampı da değildir bir gerilla kampı, değil mi ya?

Gelgelelim belgesellere... Beni bu yıl en heyecanlandıran filmler belgeseller oldu. Aralarında en az beklentim olanlar ise en güzelleriymiş meğer. Free Radicals ile başlamak isterim. 16mm manuel kamerayle çekilmiş ve banyo edilmiş bir film. Avangard bir sinemacının eksikliğini hissederek çektiği Avangard sinemanın belgeseli. New York merkezli bu "göz bozan" filmler aslında muazzam işler, birer hayal hepsi, saçma. Güzelliklerini de buradan alıyorlar esasında. Avangard sinema kültürüne çok yabancıyım. Bu ülkede böyle "saçma" şeyler sevmiyoruz biz, fazlasıyla gerçekçi olmalı bizim filmlerimiz. Avangard teknikleri zevzek reklamlar için kullanırız ama onda sorun yok. Neyse. Yönetmen Pip Chodorov'u çıkışta yakaladım. Bu kültüre yabancıyım sonuç olarak, bazı noktaları anladım ama sormak istediğim sorular vardı. Sordum ve kaydettim. Tabi kaydederken insanlar gözünü dikmiş bana bakınca ufak bir heyecan oluyor, o yüzden cümleler biraz saçma olabilir. Affola.

Sound City. Dave Grohl'un ilk yönetmenlik deneyimi. Çok merak ediyordum, festivale saklamıştım. Fakat gösterim çok sıkıntılı oldu. Bir müzik filminin yarısını ses duymadan izledik neredeyse. Sonra sıkıntıyı gidermek için filme ara verdiler. Sonra kaldığımız yerden devam ettik ama o ana kadar salondan çıknalar, girenler, çıkanlar bitmek bilmedi. Seans aksayınca da film bitmeden çıkanlar oldu. Filmden kopanlar ve filmle ilgilenmeyenlerin uğultusu derken berbat bir seansı bitirdik. Hiç hoş değildi.

Son olarak, Sapığın İdeoloji Rehberi. Film "They Live" filminin kavga sahnesinden "...yoksa sana bu çöplüktekileri yediririm..." repliği üzerine Žižek'in "ben zaten hep bu çöplükten yiyorum. adı da 'ideoloji'." cümlesiyle açılıyor. Bir kere Žižek deyince yazmayı bırakmam lazım. Ne diyebilirim ki üstüne? Žižek baştan sona sunuyor bu filmi, bazen ciddi bazen laf sokarak. Seçtiği filmler üzerinden o filmlerin içine girerek psikanalitik ve sosyolojik olarak irdeliyor. Üstünkörü gibi görünse de oldukça temele iniyor, yüzeysel de kalmıyor. Žižek'in dağınık konuşması ve heyecanlı, tikli jestleriyle onun zeki esprileri harika bir bütün oluşturuyor. Anlattıkları komplo teorisyenlerinin bayılacağı ve "ben zaten söylediydim yeaa" diyecekleri şeyler daha çok. İzledikten sonra onun neden günümüzün en popüler düşünürü olduğu çok daha rahat kavranıyor.

Unutmadan, Carlos Reygadas'ı bizlere, bana takdim ettiği için festivale borçluyum. Karanlıktan Aydınlığa'yı izledim. Çok farklı bir adam kesinlikle. Meksika'nın bağrından kopup gelmiş. Her filmi izlenmeli, kesinlikle...

Hemen hemen iki haftam böyle geçti. Sapığın İdeoloji Rehberi'ni izleyemeyecektim az daha ama karma bu sefer benden yana oldu. Bu yıl filmler daha mütevazi. Ama bu kötü oldukları anlamına gelmiyor. Sinema güzeldir, çok güzel.

Son söz: EMEK YERİNDE GÜZEL!


Free Radicals: A History of Experimental Film - Pip Chodorov


The Man Who Laughs - Jean-Pierre Amaris

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder