30 Mart 2016

Venedik'ten İstanbul'a 12 Film

Nisan ayı İstanbul için festival ayı demektir. 35. İstanbul Film Festivali de 7-17 Nisan tarihleri arasında sinemaseverle buluşacak. Yine 200'den fazla ve major festivallerin öne çıkan filmlerini Beyoğlu merkezli olarak izleyebileceğiz. Yıl içindeki zamanına oranla İstanbul Film Festivali'nin ev sahipliği yaptığı filmler Berlin'de ve Venedik'te dünya prömiyerini gerçekleştirmiş filmler oluyorlar genelde. Bu yıl da 72. Venedik Film Festivali'nde ilk defa gösterilen 14 film İstanbul Film Festivali'nde olacak. Bu 14 filmden Venedik'te izleme şansı bulduğum 12 filme kısa bir bakış atalım.

Uluslararası Yarışma





Uluslararası yarışma seçkisi, sonunda Altın Lale'yi kazanacak olan ve her sene yaklaşık 20 filmin yarıştığı, festivalin en dikkat çeken seçkilerinden bir tanesi. Bu yıl Venedik'ten İstanbul'a doğru yolculuk yapıp bu seçkide yer alan üç film var. Bunlardan ilki, Orrizonti seçkisinin açılışını yapan A Monster With A Thousand Head - Bin Başlı Canavar. Rodrigo Pla'nın dördüncü uzun metraj filmi olan Bin Başlı Canavar, Meksika Sineması'nın son yıllardaki teknik özelliklerini ve belki de formüllerini taşıyan bir yapıya sahip. Hatta Pla, Hollywood'a öykünen hikaye yapısıyla da ortaya ilginç bir iş çıkarıyor. Ama hikayesinin alt yapısını çok iyi dolduramamasının ceremesini çekiyor, filmin akışı domino taşları gibi tıkır tıkır işliyor ve filmin ikinci yarısında suç filmine evrilmesiyle bir kopukluk yaşanıyor. Yine de, senaryosunun açıklarını kamera açıları ve uzun planlarıyla doldurmaya çalıştığını, hikayenin az da olsa derinlik kazanması için çaba sarfettiğini de söyleyebiliriz. 

İkinci olarak da Michael Haneke ve Lars von Trier ile çalışmış aktörlerden biri olan Brady Corbet'in ilk yönetmenlik tecrübesi olan The Childhood of a Leader - Bir Liderin Çocukluğu, yılın sürpriz filmlerinden bir tanesi. Başrollerinde Stacy Martin, Liam Cunningham, Robert Pattinson ve Berenice Bejo'nun bulunduğu film Sartre'nin öykülerinden serbest olarak uyarlanan varoluşçu bir senaryoya sahip. Geleceğin faşist liderlerinden birinin çocukluk yıllarına ve ilk hükümdarlık alanı olan evinin içine odaklanan film, gerek güçlü senaryosu gerekse görüntü yönetiminin kalitesiyle sıyrılıyor. İlk filminde böylesine riskli bir işin altından çok iyi kalkan Corbet, geleceği için de fazlasıyla umut vadediyor.




Venedik'te Orrizonti seçkisinde yer almış olan ve İstanbul'da Altın Lale için yarışacak olan bir diğer film ise Yunan Yeni Dalgası'nın yeni yönetmenlerinden olan Yorgos Zois, ilk uzun metraj filmi olan Interruption - Ara ile gerilim dozu yüksek bir uyarlamaya imza atıyor. Bu post-modern Yunan trajedisi bir tiyatro sahnesinde başlıyor ve dördüncü duvarı yıkarak, topluma yayılıyor. Sesi, sessizliği; kelimelerin gücünü ve tek mekan diyebileceğimiz tiyatro salonunu oldukça etkili kullanmasıyla hafızalara kazınacak filmlerden bir tanesi. Geçtiğimiz yıllarda yine İstanbul Film Festivali'nde gösterilen Alexandros Avranas'ın Miss Violence - Şiddet Güzeli filmi gibi hem toplum yapısına hem de kişisel bağlama yönelik söylediklerine yakın bir etkisi var demek mümkün.

Genç Ustalar





Birçok sinema mecrasının yılın değerli keşiflerinden biri diye bahsettiği Gabriel Mascaro'nun Neon Bull - Neon Boğa filmi festivalin bu yeni seçkisinde gösterilecek. Brezilya'da oldukça popüler olan bir rodeo çeşidinin yapıldığı arenada çalışan Iremar'ın bulunduğu ortamla hayalleri arasındaki sıkışmışlığını görselliğe çok iyi yansıtarak anlatan bir film. Karakterlerinin hayatına yoğunlaşan ve sınırlı dünyalarının vurgularını oldukça sağlam bir biçimde oturtan Mascaro, ışık ve renk kullanımı konusunda oldukça başarılı bir iş ortaya çıkarıyor. Minimalist anlatımını teknik yönüyle oldukça başarılı besleyen yönetmenin Güney Amerika sineması dahilinde ön plana çıkabilcek bir potansiyeli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ulusal Yarışma





Bu yıl Altın Lale Ulusal Yarışması'nda oldukça dikkat çekici filmler yer alıyor. Bunlardan bir tanesi de Senem Tüzen'in Venedik'te Eleştirmenler Haftası'nda yarışan filmi Ana Yurdu. Tüzen'in bu ilk uzun metraj filmi üç kuşak arasında fikir ve dünya görüşü açısından üstünde durduğu noktalar konusunda değerli bir yere sahip oluyor. Gelenekselliğin ve inançların ortaya çıkardığı bunalım ve sıkışmışlık hissini hem mat renklerle hem de detaylıca oluşturduğu kompozisyonlarıyla destekliyor. Bazı konularda klişelere yenik düşse de, son dönem yerli taşra sineması dahilinde baktığımızda dikkat çeken ve başarılı bir iş olarak göze çarpıyor. Ama bu klişelerin filmi düşürdüğünü, onlarsız çok daha değerli bir işin ortaya çıkacağını da vurgulamak isterim.

Akbank Galaları




Altın Lale Uluslararası Yarışması'nın jüri başkanı olan Pablo Trapero'nun Arjantin'in Oscar Aday Adayı olan filmi El Clan - Çete, galaların dikkat çeken filmlerinden bir tanesi. Arjantin'de yıkılan diktatörlüğün ardında kalan kırıntılar olarak bahsedebileceğimiz bazı istihbaratçı grupların para kazanmak adına eyleme geçirdikleri yasa dışı faaliyetlerin anlatıldığı Çete, yüksek temposu ve başarılı kurgusuyla öne çıkıyor. Hollywoodvari yapısıyla yer yer beklendik sahnelere yer verse de, başarılı kompozisyonlarıyla sürükleyiciliğini ve hikayenin akışını oldukça başarılı işlediğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Dünya Festivallerinden





Venedik'te Altın Aslan için yarışan filmler arasındaki en zayıf halkalardan biri olan A Heart of a Dog - Bir Köpeğin Kalbi, farklı alanlarda eserler veren Laurie Anderson'ın ikinci uzun metraj filmi. Bazı eleştirmenlerce çok fazla beğenilse de, ölen köpeğinden bahseden bir kadının, 11 Eylül sonrası travmalara ve uluslararası paranoyalara kadar uzanan kapsamlı senaryosu fazla dağınık bir halde karşımıza çıkıyor. Kolajlanmış görüntüler de filmin duygusal etkisini arttırmak için kurgulandığı etkisini uyandırıyor. Bu açıdan, yalnızca duygusal olarka bakıldığında iyi bir metne sahip olsa da, sinemasal anlamda pek değerli bir ortaya çıktığını söylemek güç.

Ntv Belgesel Kuşağı





Ntv Belgesel Kuşağı, her yıl çok iyi filmler çıkaran bir seçki. Bu yıl da başta Hitchcock / Truffaut ve I, Ingrid - Ben, Ingrid olmak üzere sinemaya odaklı belgesellerle öne çıkıyor. Dünya prömiyerini 72. Venedik Film Festivali'nde yapmış filmlerden bir diğer olan De Palma da bu yılın seçkisinde öne çıkan işlerden. Noah Baumbach ile Jack Paltrow'un yönetmenliğini üstlendiği De Palma, yönetmene ve onun klasikleşmiş filmlerine odaklanan otobiyografig tatda, keyifli bir seyre sahip. Brian de Palma'nın anlatıcılığını yaptığı film, küçük detaylarla süslü komik hikayeleriyle Carrie, Dressed to Kill, Blow Out, Scarface, Body Double, The Untouchables, Carlito´s Way, Femme Fatale gibi filmlerin arkaplanına uzanıyor. Özellikle Sean Connery ve Al Pacino hakkındaki anılarıyla oldukça sürükleyici bir şekilde ilerliyor.

Yıllara Meydan Okuyanlar





Yıllara Meydan Okuyanlar seçkisi dünya sinemasını halen hayatta kurt sinemacılarının bir araya geldiği yeni bir seçki. Geçtiğimiz Venedik Fim Festivali'nde Altın Aslan için yarışan filmlerin bazılarını da barındıran bu seçkiyle, dünya sinemasının ve yıllarını sinemaya vermiş yönetmenlerin geçirdiği evrimi görebilmek mümkün. İlk olarak Marco Bellocchio'nun son filmi olan Blood of My Blood - Benim Kanım'la başlayalım. Bellocchio, zamanda atlamalar yaptığı farklı hikaye anlatımıyla karşımıza çıkıyor. Venedik'ten film eleştirmenlerinin verdiği FIBRESCI Ödülü ile dönen Blood of My Blood, iki farklı zamanda geçiyor. Orta Çağ'dan günümüze uzanan anlatımıyla kilise tarafından infaz edilen bir kadın ile onun asker kardeşini; öte yandan da Rus bir milyonerin yatırım planlarıyla sokaklarda halen gezinmekte olan yaşlı bir vampiri beyazperdeye taşıyor. Farklı bir deneyim olduğu şüphe getirmez olan Blood of My Blood, İtalyan yönetmenin yazdığı son senfoni olarak adlandırılıyor.




Rabin, The Last Day, İsralli sinemacı Amos Gitai'nin suikaste kurban giden barış yanlısı başbakanına adadığı bir saygı filmi olarak nitelendirilebilir. 1995 yılında öldürülen Yitzhak Rabin'in son gününü ve olayın ardından yaşanan toplumsal reaksiyonu aktarmak isteyen yönetmen, belsegel ile kurmaca arasında kalan bir belirsizliğe sahip bir film ortaya çıkarıyor. Gerçek görüntüleri, mizansenlerle besleyen yönetmenin anlatım dili her ne kadar olması gereken kadar güçlü olmasa da, bu yıl Altın Aslan için yarışması ve İsrail'in çıkardığı en önemli yönetmenlerden biri olması sebebiyle ilgiyi hak ediyor.




Polonyalı yönetmen Jerzy Skolimowski'nin büyük bir sürpriz yaparak ortaya çıkardığı 11 Minut - 11 Dakika Venedik'te beklentileri fazlasıyla aşmıştı. 35. İstanbul Film Festivali'nde de yer alan film, en temel haliyle bir kesişme hikayesi anlatıyor. Kendisinden beklnmedik bir yenilikçilik ve dinamizme imza atan Skolimowski, birçok farklı karakterin aynı anda yaşadığı 11 dakikaya odaklanıyor. Gerek senaryosu, gerekse sinematografisiyle dikkat çeken bir yapım olarak bu yıl Polonya'nın Oscar Aday Adayı olarak gösterildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder