1 Nisan 2017

36. İstanbul Film Festivali'nden 30 Film Tavsiyesi

Baharın en güzel günleri yine geldi. 36. İstanbul Film Festivali bu yıl 5 Nisan'da başlayacak ve 15 Nisan'da sona erecek. 186 uzun mertaj filmin yer aldığı programda toplamda 203 filmle dopdolu bir seçkiyle karşı karşıyayız. Neredesin Aşkım? seçkisi geri döndü ve 7 filmle programda arz-ı endam ediyor. Klasik filmlere yer veren seçkilere yenilerini ekleyen Festival, Cinemania ve iyi bir komşu seçkileriyle başyapıtları ve kült filmleri beyazperdeye taşıyor. Bu yıl festival salonlarına Zorlu ve Kanyon da eklendi. Koltuk sayısının artması, süresi normale göre kısalan festivaldeki seans sayısının azalmamasını sağladı.

Özetle 11 gün sürecek olan festival maratonu boyunca çok fazla seçeneğimiz olacak ve bunları festival süresine sığdırmak oldukça zor olacaktır. Ama elbette festival programının derinlerine dalınca da çok güzel alternatifler bulabilmek ve yeni keşifler yapabilmek fazlasıyla mümkün. Alternatif sayılabilecek ve özellikle Galalar seçkisi dışında kalan filmlerin arasından seçtiğim 30 filmlik tavsiye listesini aşağıda bulabilirsiniz.

Şimdiden iyi festivaller!

  • ’93 Yazı - Estiu 1993 (Uluslararası Yarışma)

  • Duvarlar Arasında - In Between (Uluslararası Yarışma)
  • Lady Macbeth (Uluslararası Yarışma)
  • Ben Senin Zencin Değilim - I Am Not Your Negro (Sinemada İnsan Hakları Yarışması)
  • Felicite (Sinemada İnsan Hakları Yarışması)
  • Kaygı (Ulusal Altın Lale Yarışması)
  • Martı (Ulusal Altın Lale Yarışması)
  • Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var (Yeni Türkiye Sineması)
  • Cennet - Rai (Yıllara Meydan Okuyanlar)
  • Ana, Sevgilim - Ana, Mon Amour (Dünya Festivallerinden)
  • Ardıl Görüntü - Powidoki (Dünya Festivallerinden)
  • Beden ve Ruh - Teströl Es Lelekröl (Dünya Festivallerinden)
  • Ben Madame Bovary Değilim - Wo Bu Shi Pan Jin Lian (Dünya Festivallerinden)
  • Fixer - Fixeur (Dünya Festivallerinden)
  • Nilüfer’in Hayatı - Varoonegi (Dünya Festivallerinden)
  • Elmas Adası - Diamond Island (Genç Ustalar)
  • Kişisel Meseleler - Omor Shahsiya (Genç Ustalar)
  • La Soledad (Genç Ustalar)
  • Mimozalar - Mimosas (Genç Ustalar)
  • Kamerainsan - Cameraperson (NTV Belgesel Kuşağı)
  • Raw - Grave (Mayınlı Bölge)
  • Safari (Mayınlı Bölge)
  • Süper Karanlık Zamanlar - Super Dark Times (Mayınlı Bölge)
  • Vahşi Bölge - La Region Salvaje (Mayınlı Bölge)
  • Rocky 2 Nerede? Where Is Rocky II? (Antidepresan)
  • Bir Yıldız Dönüyor - Souvenir (Musikişinas)
  • Gimme Danger (Musikişinas)
  • Haykır Saraybosna - Scream For Me Sarajevo (Musikişinas)
  • Jota - Flamenkonun Ötesinde - Jota de Saura (Musikişinas)
  • Tanrının Unuttuğu Yer - God’s Own Country (Nerdesin Aşkım)

6 Mart 2017

alt-J: Yeni ve Rahatlatıcı



İlk olarak, bir ısınma turu ile başladık iki gün önce. Bu ısınma turu "alt-J'i neden sevmeliyiz" sorusunun cevaplarından birini veriyordu bana kalırsa. Yeni albümün ilk şarkısı olan 3WW'in giriş bölümünüyle attığımız ısınma turunun adı oldukça özeldi: 00110011 01110111 01110111

Binary kodlarını bu kadar sevecen karşılayacağımı hiç düşünmezdim. Oldukça şık ve ince bir şekilde yeni singlelarının adını sunuyorlardı bize bu şekilde: 3WW

Bugün de, yeni albümün ilk şarkısını bizlere sundu alt-J. Son albümleri This Is All Yours'un ardından iki yıldan uzun süredir sessizliklerini koruyan ekip, sonunda yeni albümlerinin ilk sinyallerini verdi. Relaxer, Haziran ayının ilk haftasında yayınlanacak ve alt-J ilk albümlerine göre daha kısa bir albümle karşımıza çıkacak. Albümdeki şarkı sayısı bir yana, duyduğumuz ilk şarkı olan 3WW, Relaxer'ın ne denli ismiyle müsemma bir albüm olacağını önceden belli ediyor. Sevdiğimiz alt-J soundunu yeniden, yeni ve taze şekilden çok güzel gerçekten. Bu yılın beklenen albümlerinden olan Relaxer'ın yazın ilk günlerinde bize ulaşacağını bilmek de kulağa ayrıca hoş geliyor. Müstakbel yeni yaz hitleri hazırlamışlardır eminim.

5 Mart 2017

Seafret: Aramızdaki Okyanuslar


İstanbul'un müzik sahnesi olarak son zamanlarda ne kadar güçsüzleştiği ve hareketliliğini kaybettiği fazlca yazılır bir konu haline geldi. Uluslararası çapta büyük isimlere uzun zamandır hasretiz ama İstanbul'un kış sahnesini oluşturan marka mekanları da orta ölçekli isimleri ülkeye getirmekte güçlük çekiyor. Bu gidişatın bir süre daha böyle gideceğini ön görmekse hiç zor değil. Salon İKSV, böyle bir ortamda yine programındaki çeşitliliği korumayı başarabilen ender mekanlardan bir tanesi ve oldukça değerli.

Seafret, ilk albümleriyle büyük bir çıkış yakalamış İngiliz bir ikili. Geçtiğimiz yıl yayınladıkları, bir EP üstüne yeni şarkılarıla yayınladıkları LP'leriyle hatırı sayılır bir kitle yarattılar. İlk singlelarının Messie Williams'lı klibiyle de kitlelerini genişlettiler. Gerçekten sağlam bir kemik kitleye sahip olduklarını Salon konserlerinde gördüm. Şarkıları ezbere bilinen ve heyecanı hiç düşürmeyen bir ikili olarak sahnedelerdi. Seyircilerin heyecanının karşılıksız kalmaması da bir o kadar doyururcu oluyor her zaman. İkilinin sesi olan Jack Sedman, oldukça güçlü ve temiz bir sese sahip. Bunu albümde olduğu gibi, hatta daha yüksek perdeden duymak sahnelerini güçlendiren bir kısım. Diğer kısımda ise, Harry Draper bulunuyor. Draper, ikilinin adeta sahnedeki dinamosu. Elindeki gitarı bırakıp klavyenin başına geçmesi, sonrasında yine eline gitarını alıp kickle tek kişilik bir orkestra gibi sahneyi doldurması gerçekten konserin enerjisini yükselten en önemli unsur oldu. Jack de bunun için sanırım sahnenin biraz solunda konumlanmıştı ki, Harry'e daha fazla alan kalsın.

Seyirciyle iletişimi kurmakta zorlanmadılar, zaten her harekete ve cümleye çok güzel tepki veren bir kitle vardı; işlerini kolaylaştırdılar. Seafret gibi yeni bir grubun böylesi enerjik ve heyecanlı bir kitleye sahip olduğunu bilmiyordum ve bunu görmek şaşkınlık yaratmadı değil. Özellikle grubun yaptığı müziği göz önüne alınca, daha sakin bir kitle beklemek mantıklı geliyor. Ama oldukça heyecanlı ve keyifli bir performans ortaya çıktı; özellikle sahne önüne konuşlanmış müzikseverlerin bu ortamı yaratmaktaki payı oldukça fazla. Seafret'in bir sonraki turnesinde yeniden İstanbul'a geleceğini rahatlıkla ön görebiliriz bana kalırsa.

Konser boyunca aklımda tek bir soru vardı: Acaba cover olarak ne çalacaklar? Kendi şarkılarının hepsini çalacakları konusunda emindim zaten ama bu çok kısa sürecekti. Jack ve Harry şakalaşırken bir coutry müziği muhabbeti döndü, ben de esin kaynaklarını duyabileceğimizi düşünerek içten içe sevindim. Ama ne yazık ki öyle olmadı ve konseri yalnızca kendi şarkılarını söyleyerek tamamladılar. Bu konuda tek şikayetim tadının fazlasıyla damağımda kalması oldu. Biraz daha dinlemeyi gerçekten isterdim ama onlar turnelerinin sonunadoğru yalnızca bir kere encore yapmayı yeterli gördüler. Yeterli miydi? Büyük ölçüde evet, çok iyi bir performans sergilediler ve fazlasına hayır demezdik. Fakat, sonrasında vestiyerin ordaki masaya geçerek herkesle fotoğraf çekildiler ve imza dağıttılar. Acele etmediler, isteyenlerle şakalaşıp sohbet ettiler. Enerjileri sahnedeki gibi çok sıcaktı. Eminim ki, memnuniyetsiz ayrılan olmamıştır.

Salon'un sezonluk takvimi çok güzel alternatifler barındırıyor her sezon olduğu gibi. Bu zor dönem içerisinde programındaki çeşitliliği koruyabilmesiyle her zamankinden daha da ön plana çıkıyor diyebiliriz. Mart ayı gibi, Nisa ayı da pek çok güzel ve keşfe açık ekiple dolu.

13 Şubat 2017

2017'de En Çok Merak Ettiğim Filmler



Bu tarz bir liste için belki biraz geç kalmış olabilirim ama 2016 gibi dolu bir yılın ardından 2017'nin neler vadettiğini görmek için iyi olacaktır. İki bağımsız yapımın ödül sezonunu domine ettiği, bana göre, oldukça ilginç ve kaliteli bir yılı geride bıraktık. Sinema, 2016'dan alabileceği pek çok şeyi aldı ve sanırım başka hiçbir alan bu kadar parlak bir yıl geçirmedi. 2016 bağımsız yapımların yılı oldu. Manchester By The Sea ve Moonlight yılın en göze çarpan filmlerinde başı çekiyor. Deadpool sağsolsun, süper kahraman filmleri bile geçen on yılın ardından oldukça farklı bir ivme kazanmaya başladı. La La Land ile birlikte çok uzun zaman sonra kitleler bir müzikal izlemek için salonlara doluştu. Korku ve gerilim sineması yine uzun yıllar sonra umut vadeden filmlere erişti. Arrival ile bilim kurgu sineması dahilinde oldukça farklı bir bakış açısı edindik. Cannes'dan ve Venedik'ten çıkan filmler yine yılın en iyilerini oluşturdu. Bu sürpriz değil ama özellikle Toni Erdmann ile komedinin sınırları biraz daha genişledi. Romen Yeni Dalga Yönetmenleri'nin önde gelen iki ismiyle ve Asghar Farhadi'nin bu yıl yeni filmlerle dönmesi çok değerliydi.

2016 dolu bir yıl oldu ve ödül sezonu bu ay sonunda kapanıyor. Sundance ile yılın açılışı yapıldı ve Berlinale'de ilk gösterimler başladı. Bu hafta sonu da !f İstanbul ile ülkemiz festivalleri açılışını yapacak. Aşağıdaki liste yıl içerisinde çeşitli festivallerde prömiyerlerini yapacak ya da yapması olası filmlerden oluşuyor. Büyük ihtimalle çoğunu 2018 yılında görme şansımız olacak, ya da beyazperdede izleyemeyeceğiz bile. Ama 21. yüzyılın bir güzelliği olarak dünyadaki sınırlar artık çok daha saydam ve ulaşabildiğimiz alanlar daha fazla. Bu yüzden sinefilliğin şanından, elimizin uzandığı her noktadan yeni filmleri ve sinemacıları aramaya ve onlara ulaşmaya devam etmemiz gerekiyor.

Bu listede önümüzdeki hafta başlayacak !f İstanbul programında yer alan filmlere de, henüz dünya prömiyeri yapmamış ama bu yıl içinde ilk defa izleyici ile buluşması planlanan filmlere de rastlayacaksınız.

Girizgahı bitirdiğime göre 2017 yılında en çok merak ettiğim ve görmeyi istediğim; oldukça alternatif bir şekilde hazırlanmış ve rastgele sıralanmış filmlere aşağıdaki listeden göz atabilirsiniz:

6 Ağustos 2016

Joss Stone: Müzik Kocaman Bir Okyanus

İstanbul'un kendini pek özeltmeyen konukları var neyse ki. Joss Stone da, İKSV'nin davetlerini kolay kolay geri çevirmiyor. Onun bu ilgisine, seyirci de kayıtsız kalmıyor ve her defasında müzikten beslenen, karşılıklı çok değerli bir enerji ortaya çıkıyor.  Geçtiğimiz yıl yayınladığı stüdyo albümü Water for Your Soul'un turnesi kapsamında yine İstanbul'da sahne alan İngiliz mezzo-soprano, bu defa sıkıntılı bir döneme denk geldi. Caz festivali kapsamındaki konserler müzisyenlerin talepleriyle bir bir iptal edilirken, Küçükçiftlik'te sahne alacağı söylenen Joss Stone ve ön grubu Vintage Trouble'ın Zorlu PSM'ye taşındığı haberini aldık. Ardından da Vintage Trouble'ın konsere katılmayacağını öğrendik. Yalnızca warm-up için fuayede Grup Ses Beats' performans sergileyecekti. İlk defa dj performansına şahit olduğum GSB'in yenilikçi tarzı çok hoşuma gitti. Ama açık havada ve ayakta izlenmesi gereken bir performansın, kapalı ve koltuklu bir mekana taşınması elbette hayalkırıklığı yaratmıştı. Ama Zorlu'nun ana tiyatrosunda (üst katları saymazken) pek boşluk kalmadı. Stone'un sahneye gelişiyle konserin bütün gidişatı değişti ama.

Bahsettiğim hayalkırıklığı, neredeyse bütün izleyicilere burukluk olarak yansımıştı ve çok sıkkın bir ortam vardı. Neredeyse herkes beklediğini bulamayacağından emindi. Reggee albümü yayınlayıp, sahnede salına salına dans eden Stone için de pek içaçıcı değildi durum haliyle. Ama bunu tahmin ederek sahneye geldiği çok belliydi. İlk şarkının ardından, oturduğunuz yerde dans etmek zor olacaktır o yüzen hadi kalkın da sahne önüne gelin, dedi. Küçük şaşkınlık anlarından sonra sahne önü doldu ve konser tabir-i caizse reload oldu. 

Joss Stone'un bu kadar sevilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi müziğe aşık olup, yaptığı müziğe de fazlasıyla saygı duyması. Seyircisinin keyif almadığı bir konser onun için de yıkıcı olurdu diye tahmin ediyorum. Seyirci coşup, kendini müziğe ve eğlenceye kaptırdıkça, hemen herkesin sahne önünde olmasının da etkisiyle, iletişim en üst seviyeye taşındı. Stone istek parça almaya başladı ve setlistini bir kenara fırlattı. Çıplak ayaklarıyla yürüdüğü sahnesinde çayını içip, seyircilerle sohbet etti. Şarkı seçimlerinde herkesin gönlünü yapmaya çalıştı. Fıkralar anlattı. Orkestrasına saygı duruşunda bulundu. Ve sonunda herkese çiçek dağıttı. Müziğin biraraya getiriciğinin şahit olduğum en öenmli kanıtlarından birini yarattık hep beraber. Ülkede durumlar kötü ve çok gergindi. Böyle bir müzikal mola hem çok ihtiyaç duyulan ama hem de hiç kolay bulunamayacak türden bir tecrübeydi.

Şahsen reggee sevmeyen, daha doğrusu şimdiye kadar tercih etmemiş, biri olarak Stone'un reggee albümüne kapılamamak ve konser boyunca salına salına şarkılara eşlik etmemek pek mümkün olmadı. Onun soul ve R&B tonlarına getirdiği bu çeşitlilik, kendini keşfetmesinden ziyade paletini büyütmesini sağlamış ve eminim bundan sonraki çalışmalarında daha yeni fikirlerin peşinden gitmesine de yardımcı olacaktır. 

9 Temmuz 2016

Africa Express Sunar: The Orchestra of Syrian Musicians & Damon Albarn



Caz Festivali, İstanbul'da yazı yaşamanın en özel yollarından bir tanesi hep söylüyorum. Bu yıl da özel konserler ve değerli müzisyenlerle doldurdular programı. Listede ilk dikkat çeken isimlerin başında bir Damon Albarn projesi geliyordu. Suriyeli müzisyenler orkestrasıyla ve özel konuklarla Avrupa'da birkaç özel konser veren Albarn, bu özel turnenin sonuna doğru İstanbul'a geldi ve bir daha şahit olunması zor bir tecrübe yaşattı.

Oryantalizm, batıdan bakınca İstanbul'un değerli ögelerinden bir tanesi şüphesiz ki. Daha oryantalist esintiler duymaksa bazen ürkütücü, bazense büyük bir heyecan yaratıyor bu şehrin insanında. Damon Albarn'ın adıyla sunulan bu proje ise baştan aşağı oryantalizmle süslü ve muhteşem bir tat bırakıyor damakta. Sahneye yerleşen yaklaşık yirmi kişilik Suriyeli Müzisyenler Orkestrası etrafında ilerleyen konser akışı, bahsi geçen sürpriz konukların teker teker sahneye çıkmasıyla ilerliyor. Albarn da bu konuklardan bir tanesi aslında. Onun adının bu denli kullanılmasının arkasında PR telaşı yattığını düşünüyorum. Çünkü konserin adını duyunca, Damon'ın Suriyeli Müzisyenler Orkestrası'yla konser vereceğini ve konuk sanatçıların da arada bir iki şarkı söylemek için sahneye çıkacağını düşünmek çok olası. Ama gelin görün ki, Damon Albarn da diğer sanatçılar gibi yalnızca iki şarkı söyledi, sürekli arka planda kalmaya özen gösterdi ve hatta selamlamaya bile çıkmadı. Her ne kadar İngiltere'nin  o akşam Avrupa Şampiyonası'nda İzlanda'ya yenilmesi yüzünden selama çıkmamış olsa da, bütün konserin Suriyeli ve Afrikalı müzisyenlere ait olmasını ister gibiydi ve öyle olmasını da sağladı.

Konukların her biri sahneye ilk çıktıkları anca büyük bir tevazuyla kendilerini tanıttı. Seyirciyle iletişimi bu noktalara göz temasına kadar kişiselleştirdiler. Bunun yansıması da seyirciden fazlasıyla olumlu geldi. Her müzisyenin ortaya koyduğu muhteşem performanslar, başlangıçta kurulan güçlü bağ ile birleşince ağıt dolu, dans dolu bir kültür buluşması çıktı ortaya. Her ne kadar kültürümüzdeki Arap ve Ortadoğu etkilerini inkar etmeyi sevsek de, en zengin olduğumuz yanımız burası. Böyle özel gösterilerle bunun hala ne kadar taze ve ne denli yeniliğe açık olduğunu görmek insanı gerçekten etkiliyor.

Her ne kadar Ortadoğulu müzisyenlerin konseri olsa da ve oryantalist esintilerin her yanı kaplayacağı düşünülse de, konserin en çarpıcı kısımları hip-hop rüzgarı estiği anlarda yaşandı. Özellikle Malikah ve Eslam Jawaad'ın birlikte ortaya koydukları performans görülmeye değerdi. Hip-hop ve rap sanatçılarının kalabalığına sürpriz bir isim de konser sırasında eklendi. Sahneye oldukça sessiz ve sakin çıkan, mikrofonu ağzına götürmeden çoğu kişi tarafından farkedilmeyen Ceza, konserin en hareketleri anlarını yarattı diyebiliriz. Ondan bayrağı alan Rachid Taha'nın yaptığı kapanış ise konsere en çok yakışabilecek finaldi belki de. Damon Albar'ın göz ucuyla görüldüğü ve Ortadoğu rüzgarı estiren Suriyeli Müzisyenler Orkestrası ve Ortadoğulu müzisyenlerin hem kültürel, hem de müzikal anlamda uyumu, unutulmayacak çok özel bir tecrübe yaşamamızı sağladı.

4 Haziran 2016

Doğu Ekspresi ile Kars


Yola çıkarken düşüncelere daldığım doğrudur. Yolculuk süresince neler yaşayacağımı ve bunlar için önceden endişe etmek yerine bulunduğum anın heyecanının tadını çıkarmayı tercih ederim her zaman. Ülkenin batısından en doğusuna gitmek için hazırlıklarımı tamamlamış ve evden çıkmışken de mutluluğumu saklamayı hiç düşünmedim. Tren yolculuğu fikri bile zaten küçük bir çocukken gözlerimi kamaştırmaya yeterken, bu yolculuklardan sürekli yenisini planlamak bana apayrı bir zevk veriyor. İstanbul'da yaşamak bu keyfi biraz zorlaştırsa da, gerçekleştiğinde daha da değerli bir keyfe dönüyor sanırım. Çünkü bu şekilde İstanbul'dan Kars'a doğru Doğu Ekspresi yolculuğu aslında üç faza bölünüyor. Pendik-Ankara-Kars durakları arasında farklı yolculuklara çıkıyormuşum hissi uyandırıyor. Şüphesiz en zahmetlisi ilk faz; Pendik'e ulaşmak Ankara'ya ulaşmak kadar zaman alıyor. Tren garları, belli bir rutine sahip olduğu için anlaması ve alışması kolay bir düzene sahiptir genelde. Ama İstanbul'da böyle değil. İki şehir harikası gara sahip çıkmak için yıllardır uğraş verirken, geçici ana gar olarak kullanılan Pendik istasyonu yarısı inşaat halinde olan düzensiz bir bekleme istasyonu gibi. Ama biletli koltuğu bulmak zor değil neyse ki, bu sebepten koltuğunuza oturup ilk durağa doğru yola koyulurken dönemeçli yolların tadını çıkarmak ve asıl yolculuğa hazırlanmak en iyi seçenek.


İstanbul'u terkedip Ankara'ya ulaşınca, tam olmasa da şehir merkezine yakın olan Ankara Gar'ına merhaba diyorsunuz. Trenin İstanbul'dan kalkışını Ankara'da kısa bir öğle yemeği yiyebilecek şekilde ayarlayınca, hızlı adımlarla Ankara caddelerinin kaldırımlarından boş masa ve sandalye aramaya koyulduk. Gayet mantıklı bir plandı ve dönüşte alışveriş yapabilecek zamanı da yaratmış olduk böylece. Bir günlük Doğu Ekspresi tecrübesi boyunca kompartımanı odamız gibi kullanacağımız için ihtiyaç duyabileceğimiz hemen her şeyi aldık. Trene yetişme faslı başlayınca ufaktan adımlar hızlandı ve eksprese yiyecek ikmali yapılırken perona vardık. Vagonumuzu bulduk ve kompartımanımıza yerleştik. Yolculuğun en değerli ve özel kısmına geldi sıra.

Doğu Ekspresi gerçekten çok değerli bir yolculuk vadediyor. Doğuya doğru yapılan yolculuklar genelde hep özel olur. Zaten tarihin de, doğudan batıya doğru ilerlerken bir bildiği vardır. Genelde boş kompartımanlarla seferlerini sürdüren Doğu Ekspresi, seçici yolculara sahip. Yemek vagonu sessiz bir sosyalleşme imkanı sunuyor bu anlamda. Mevsimine göre değişmekle kampçılar, trakingçiler, Kars meraklıları, kaz sevdalıları ve belki de kayakçılar kullanıyor ekspresi. Yemek vagonu hazır yemekler sunuyor. Ama amaç yolda yemek yemek değil, geçilen her vadinin cazibesine ve her dağın kudretine kapılmak. Kırşehir, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum ve Kars güzergahı boyunca cazibesine ve kuretine kapılacak çok şey var, inanın.



Kayseri ve Sivas gece ve sabaha karşı geçiliyor. Sivas'ın çıkışına doğru gün doğuyor ve bazen beklenmedik güzellikte dağ eteklerinden vadilere bakarak, virajlı raylarda trenin burnunu görmeye çalışarak Erzincan'a doğru ilerliyorsunuz. Yol boyunca genelde telefon ve radyo çekmiyor. Güzergah boyunca yerrel radyoları yakalayabilmek yolculuğun keyfini fazlasıyla arttırırdı kuşkusuz ama mümkün olmuyor. Doğu Anadolu'ya girince, komşu şehre gitmek için trene binen yolculara rastlamak mümkün oluyor. Ekspresin sık ziyaretçileri bu sırada yemek vagonunu tercih ediyorlar. Bize Erzincan'ı anlatan Kunduracı Erduran, günümüzü renklendiren kişi olmuştu. Zurnanın daha yerel bir türüyle birlikte türküler söyleyerek bizi Erzincan'a buyur etti, gara vardığımızda ise kunduracı tezgahına davet edip, sık sık uğramamızı tembih etti. Erzincan'da trenden indiğimde dağa karşı uyanmanın ne demek olduğunu biraz daha iyi tahmin edebildim. Çok fazla duyduğum ve kıskandığım bir tecrübedir bu, sabah gözünüzü açar açmaz sizi güne hazırlayan etekleri karla kaplı kudretli bir dağa bakarak uyanmak insana oldukça farklı bir motivasyon kazandırır sanıyorum. Serin ve keskin hava, kompartımanın gittikçe havasızlaşması yüzünden hepimize ilaç gibi geldi. Erzurum'a doğru hareket ettikten sonra HES'ler tarafından mahvedilmiş dere yataklarına ve bozkır vadilere kapılarak dışarıyı izledik. Palandöken'in eteklerine vardığımızda ise rayların çevresinde devasa lahana bahçeleri vardı. Erzurum garına vardığımızda ise kompartımanlarından çıkan pek çok insan garın kapısına doğru hareket etti hemen. Başta anlam verememiştim buna ama ellerinde Cağ Kebabı ile geldiklerinden her şey yerine oturdu. Bazıları yola çıkmadan arayıp güzel bir kebapçı bulmuş, bazıları da bilet görevlisine ya da yemekli vagonun sorumlusuna sormuş. Doğu Ekspresi'nin adetlerinden biri olarak bahsedilen Cağ Kebabı Festivali'nden mahrum kalsak da Kars'ta tadına bakacağımız güzelliklerin düşüncesiyle bundan çabucak kurtulduk diyebilirim.

Kars'a yaklaşmak bir yandan rahatlık verse de, diğer yandan da hüzünlü oluyor. Ülke sınırları içinde yapılabilecek en epik yolculuklardan olan Doğu Ekspresi'nin yolu Erzurum'dan sonra Sarıkamış'tan geçiyor. Sarıkamış, bölge halkı tarafından tarihsel öneminden ziyade kış turizmi açısından önemseniyor. Mayıs ayında çorak bir bölge olduğundan izsiz karları izleyerek, hayvancılık yapan köylülere odaklanarak geçiyorsunuz Sarıkamış'ı. Kars'a yaklaşan son kilometreler ise yatakların ve çantaların toplanmasıyla geçiyor. Akşamüstü Kars'ın kuru havasını solumaya başlıyorsunuz. Boz kahverengi hava rengini binaların dokusundan almış gibi günbatımında bütün renkleri değiştiriyor. İlk iş olarak otelimizi bulup, eşyaları yerleştirdikten sonra güzel bir akşam yemeğinin peşinden sokaklara düşüyoruz.



Kars'ta yemek yemek gerçek bir sanat, tabir-i caizse. Kaz, yıllardır merak ettiğim ve merakımı gidrmeyi Kars'a sakladığım bir güzellikti benim için. Belki biraz yüksek beklentimi karşılayamadı ama yine de yediğim en güzel etlerden biriydi. Aylar öncesinden tuzlandığı için, tuzun etkisini fazlasıyla hissetmek mümkün ama yumuşacık siyah etin ağızda dağılması, insanı çok mutlu ediyor. Kars yemekleriyle ilgili birçok bilgiye kolaylıkla ulaşılabilir. Zaten Anadolu'nun kalanında olduğu gibi bildiğimiz çeşitli yemeklerin yerel ihtiyaçlara ve olanaklara göre özelleşmiş halleri burda söz ettiğimiz. Hangel en iyi örnek olur sanırım buna; Kars Mantısı denilebilir. İçi boş mantılar kavrulmuş soğanla ve sosla servis ediliyor. Kars'ın gravyeri belki de dünyanın en kaliteli peynirlerinden bir tanesi ve lezzeti hatırı sayılır bir süre damakta kalıyor. Ama sanırım en özel yemeklerden biri Piti. Kafkasya'ya özgü bu yemek yağlı ve ağır olduğu kadar da leziz. Aslına uygun yapılması için kuzu budu kulplu emaye içinde pişirilir ve tandırla servis ediliyor. Ama yemeye hazırlanma işi genelde yiyene düşüyor. Tabağın tabanını önce tandırla kapladıktan sonra safran ve nohutla pişen kuzunun suyu tabağa dökülüyor, en son da kuzu budu tabağa alınıyor ve afiyet olsun. 

Ertesi gün kahvaltı çeçil, kaşar ve gravyer peynirleri eşliğinde balla geçiyor. Ama gün erken başlamak zorunda çünkü, planda Ani Harabeleri ve Çıldır Gölü var. İki güzergah için de araba olması şart. Şehirde taksiler de bu tarz geziler için kullanılabiliyor ve şoförler rehberlik dahil birçok konuda yardımcı oluyorlar. Bunun dışında yalnızca araç kiralamak da mümkün ve elbette daha uyguna halledilebiliyor. Bu iki güzergah birbirlerine ters noktalarda kaldığından günü iyi planlayıp, zamanı iyi kullanmak çok önemli oluyor. Hangisinden başlanacağı tamamen tercih ama gün ışığını Ani'nin detaylarını görebilmek ve akşam serinliğinde Çıldır kenarında çay içmek çok cazip seçenekler oluyor.




Ani Harabeleri'ne varmak inanılmaz heyecan uyandırırken, müzeye varınca bu heyecan devasa bir hayalkırıklığına dönüşüyor. En üzücü kısmı kapıda bulunan hediyelik eşya standında Ani'ye ait hiçbir şey bulamamak. Türkiye - Ermenistan sınırındaki bu milat kadar eski şehir kalıntıları kimsesiz gibi kanyona bakıyorlar. Şehrin sokaklarını gezerken ilk Türk yerleşkesi, erken zaman kliseleri ve camiileri sağlı sollu diziliyorlar. Ama kapılara yıllar önce asılmış ve artık zorla okunabilen sözde bilgilendirme tabelaları hariç bilgi edinmek pek zor. Hal böyle olunca eldekiyle yetinmek zorunda kalınıyor. Günümüzde UNESCO Dünya Mirası listesine dahil olmuş olsa da, Ani bizim gözümüzde gerçekten harabe sanıyorum.



Ani'den ayrılıp Çıldır'a doğru yollanınca, Kars'a dönüp sonrasında Ardahan'a doğru tırmanmak gerekiyor. Çıldır Gölü aslında Ardahan'ın Çıldır ilçesinin aşağısında kalan, nispeten küçük bir göl. Onun büyüleyici kısmı, meşhu olduğu gibi yılın büyük kısmında tamamen donuyor olması. Kışın üstünde atlı kızak kayılan ve balıkçılık yapılan gölün sarı sazanları meşhur en çok. Mevsim bahara döndükçe de bölgenin endemik bitki örtüsü coşmaya başlıyor ve çayırlar, ovalar yeşillendikçe buzu çözülüyor Çıldır'ın da. Göle gitmek için iki yol var; biri güneyden, diğeri kuzeyden. Kars'tan çıkınca Yolboyu - Akçalar yönünden devam edince gölün aşağı kısmına varıyorsunuz ya da Susuz - Ölçek yolu takip edilince göle tepeden iniliyor. Çevresinde iki tane restorant bulunan gölün civarındaki köylerde hayvancılık yapılmaya devam ediyor. Bu iki restorandan Günay Restoran iyi bir tercih olabilir. Sahibi Abuzer abi'nin balığı da, çayı da, sohbeti de pek leziz. Her müşterisinin birkaç kelam ettiği defterlerini de sohbetinin sonunda masaya getirmeyi ihmal etmiyor, ama yazmazsanız kızıyor. Çıldır'ın üstünde henüz buzlar ortadan yok olmamışken, demli çayla güneşi batırmak elbette çok keyifli. Nisan ayında soğuk rüzgar hafiften titretirken yavaştan şehre dönmenin vakti geliyor.



Kars şehir merkezi, tipik bir Anadolu şehri. Sovyet yapılarını saymazsak, düzen itibarıyla oldukça tipik. İki ana cadde üstüne kurulan şehir merkezi gece de dahil olmak üzere oldukça haraketli. Aradığınız peynirciyi, restoranı ya da fırını bulamıyorsanız büyük ihtimalle diğer caddededir. Faikbey Caddesiyle Atatürk Caddesi'nin kesiştiği yerden kaleyi karşınıza alarak sokakları arşınlarsanız, Kars'ın eski yüzünü görebiliyorsunuz. Çoğu şimdilerde otel ya da restoran olmuş eski Sovyet binaları şehrin nehre yakın olna ilk merkezinde konumlanıyor. Bu sokakları gezerken nehrin kenarına kadar inip Kars'ın ilk konservatuarı olan ve şimdilerde yne otel olarak kullanılan şehrin en gösterişli binalarından olan Cheltikov Konağı'nı görerek, nehir boyunca devam edebilirsiniz. Sokaklarda kaybolduktan sonra yine kaleyi pusula olarak kullanıp Atatürk Caddesi'ni bulduktan sonra tıpkı Ani'de olduğu gibi 12 Havariler Klisesi'nin ve yanındaki Evliya Camii'ni gördükten sonra, meşhur Taş Köprü yolun sonunda kalıyor.



Turistler için düzenlenmiş etkinlikle bulmak Kars için oldukça kolay. Taksicilerden, otel görevlilerine; garsonlara kadar herkes bu konuda size özel birer seçenek sunabilir. Ancak tıpkı Sultanahmet'te olduğu gibi yapay ve fazlasıyla süslü bu etkinlikle birer pazarlama aracından başka bir şey değiller. Doğu 'yöresel kıyafetleri' ve ezberlenmiş 'yöresel dansları' dışında çok daha büyük zenginliklere sahip, ufuk açıcı zenginliklere. Çorak toprakların, gökyüzüne yakın olmanın yarattığı ruh hali ve yakıcı bahar güneşi bile Doğu ile ilgili çok şey anlatabilir. Bölge halkını merak ediyorsanız köylere doğru yol alın, Ardahan'a kadar uzanın. Kahvehanelere oturun, esnafla çay için. Hatta, dönüş yolunda otostop çeken insanları arabanıza alın. Kars halkı çok misafirperver ve turistlere de alışık. Dönüş yolunda geçirdiğiniz özel günleri düşünmekten başka bir uğraşa fırsat bulamayabilirsiniz.

11 Mayıs 2016

İlk Seans #44 - 35. İstanbul Film Festivali Değerlendirmesi // RadyoVesaire


Playlist:
  1. Charlotte - The Best Thing
  2. The Kinks - Sunday Afternoon
  3. Erasmus - Ti Ricordi Di Me
  4. White Virgins - Turn Off the Lights
  5. Rammstein - Rammstein