10 Ekim 2012

Sevgiler, Ekim...


Önce otuz-dokuzdu. Sonra on-dokuz oldu, ardından sadece on. Sonuna geldiğinde ise sekiz olmuştu bile.
Renkler'le bir girizgah yaptıktan sonra ekimin gülü filmekimi için birkaç diyeceğim var. Aslında böyle yazarken hiçbir iddiam yok. Ben sinemayı seven, film izleyen, izlemeyi ve hakkında konuşmayı seven bir adamım sadece. Yazmayı da ayrıyeten sevdiğim için, hakkında en çok yazabileceğim konu hakkında naçizane fikirlerimi yazıyorum sadece. Ciddiye alınmak gibi bir derdim yok. Tabi Osman Sınav'ı yönetmen olarak benimsemiş, "lokomotif" gazetesinde Ömür Gedik'e sinema eleştirisi yazdırılan ülkede gayet tabi bende sağlam bir otorite olabilirim kanımca... Ama gerek yok, iyiyim ben böyle.

Yeni mekanımdan ilk yayınımı yapıyorum. Ne diyordum, fimekimi. İlk önce seçtiğim on-dokuz filmi zaman-imkan süzgecinden geçirip sadece on filme indirmek zorunda kaldım. Anlık aksiliklerle birlikte bu sekiz oldu sonunda. Pek bir tadını alamadım ama bu sene, belki de filmleri tek tek izlediğim için.

Hiç düşünmeye gerek bile yok. Altın Tolga (Tolga d'Or) Paris'teki bir daireye, Haneke'ye, Amour'a, Aşk'a gidiyor.
Ahududu ödülü ise Uzak Doğu'ya, Japon sokaklarına, Kiarostami'ye, Like Someone in Love'a, Sevmek Gibi'ye gidiyor. Eminim filmden çıkan herkes İranlı bir yönetmenin neden bir Japon aşk hikayesi anlatmaya çalıştığını merak etmiştir. Ben hala merak ediyorum şahsen...

Sevmek Gibi dışında çok hayal kırıklığına uğradım film olmadı neyse ki. Hemen hepsi isteklerimi karşıladı ve tatmin ettiler.

*İlk seansımda Düşler Diyarı'nı izledim. Sağlam hikayesini, akıcı ve etkileyici anlatımla ve başarılı kamera çekimleriyle çok başarılı buldum. Duyguları muhteşem yansıtmış Zeitlin.

*Sevmek Gibi hakkında konuşmak bile istemiyorum. Tek plan çekimleri zaten yorucu olabiliyor, bir de monoton bir hikaye ile iyice durgunlaşınca zaten akşam seansında izlediğim filmde kendimi uyanık tutmak için savaştım resmen.

*Geçelim Loach'ın antidepresan etkisindeki Meleklerin Payı'na. Hikayenin içine cuk diye oturttuğu diyalogları bitirdi beni. Mizahı da, eleştirisi de tam ayarındaydı. Çok eğlendim izlerken.

*Gelgelelim Aşk... Günün ilk seansında City's'e doğru depar attırdı bana. Zaten City's'e ne zaman gidecek olsam bir aksilik oluyor. Haneke yine bizi koltuklara gömen, sesimizi kısan ve çaresiz bırakan bir başyapıt çıkarmış ortaya. Kapalı mekan içinde geçen filmlerin yaratıcılığına ve etkisine çok fazla inanıyorum. Haneke ile birçok şeye daha inanıyorum ama... Yani o kadar çok şey anlatıyor ki, yorum bile yapamıyorum. İstemiyorum aslında. Gidin, indirin, bi'şey yapın ve izleyin bu filmi...

*Festivalde Bruce Willis filmi izlemek çok acaipti benim için. Zaman yolculuğu hakkında onlarca film izlemişimdir. Hepsi de kendi içinde kısır döngüye sebep olur, çünkü konu tam da kelebek etkisine örnek, en ufak etkinin nelere sebep olacağını tahmin etmek çok güç. Tetikçiler'de güzel yerden yaklaşmışlar konuya. Sonunda "Bruce Willis yine "Twelve Monkey" tramvası yaşar mı?" diye kendime sordum film sırasında ama...

*Acı... Kim Ki-duk katladı, parçalara böldü ve sağa sola savurdu beni. Film bittiğinde hipnoz gibiydim. Neden bu kadar tartışmaya sebep olduğunu çok iyi anlıyorum. Dibine kadar çekmiş, alkışlamaktan başka bir şey düşmez...

*Mungiu "4 Ay 3 Hafta 2 Gün"ün gerçekçiliği ile mıhlamıştı beni. Bu sefer daha derine inmiş, Romanya tepelerinden birinde bir manastıra çıkmış... Filmi de en iyi kendisi açıklamış "sevginin iyi ve kötü kavramlarını nasıl göreceli bir hale dönüştürdüğünü ve dünyadaki en büyük hataların nasıl inanç adına yapıldığını" anlatıyor. Film hakkında da bir söylenti duydum, birisi filme girerken "umarım tempolu ve heyecanlı bir filmdir" diye umut etmiş, nasıl bir bunalımda olduğunu tahmin bile edemiyorum.

*Son olarak Koşulsuz Sevgi. Ben buna umut ve sevgi dolu bir film derim, ama aynı oranda da acımasız. Büyümekte olan küçük bir kız çocuğunun çok hızlı değişen dünyasını anlatıyor film. Tim Roth'lu kadrosuyla dikkatimi çekmişti ilk önce, iyi ki çekmiş dedim...

Kısacık dokuz festival gününden bunları kopardım. Son an aksilikleri yüzünden Bertolucci'mi satmak zorunda kaldım, imkan ve şeraitten Gondry'e gidemedim. No ve Cennetteki Çöplük de cabası... İzlemeyi istediklerimi saysam daha çok var. Ama hep söylüyorum Filmekimi'nin festival havasını daha bir seviyorum. İzlediğim her filmi de, kötü bile olsa, kar sayıyorum, elimde değil. 

Son bir şey ekleyeceğim. Son gün festival anketi koydular önüme, Atlas sinemasının fuayesinde. Filmekimi hakkında genel bir anket. Karşımda oturan iki arkadaş teyze atıldılar "Beyoğlu sinemasını istemiyoruz, yaz." diye. Öyle şaşırdım ki, tepki veremedim ilk önce. "Neden?" dedim. Koltuklar rahat değilmiş ve ekranı göremiyorlarmış. Sadece bunun için güzelim sinema salonu çöpe atılır mı hiç? Ben belki de her koltuğunda oturmuşumdur ve bu kadar sorun yaşamadım. Ses düzeni oldukça yeterli, koltukları çoğu sinemaya göre rahat, perdeyi de düzgün oturdukça çok rahat görmek mümkün, görülüyor yani. Çift altyazı olduğunda bile çok büyük problem yaratmıyor. Öyle olacaksa Fitaş'ı yıkalım gitsin! Alışveriş merkezi sinemalarından kaçacak yer kalmamışken, hem de kendi havası olan tarihi bir sinema için, bu kadar sert olmaya gerek yok. 

Beyoğlu sineması, pasajdan aşağı indiğinde sarar sarmalar seni, tahta masa ve sandalyeleriyle karşılar. Loş ışıkları altında kendine rahatça yer bulur ve seansını beklersin. Sinemaya ya Şarlo ya da Hitchcock kapısından girersin, çıktığında seni Marilyn karşılar. Tuvalete girdiğinde kendini James Dean gibi hissedersin. Festivalin ruhunu yıl boyunca taşır. Hem İstanbul Film Festivali'nin, hem de Filmekimi'nin olmazsa olmazıdır. Böyle sinemamız kalmadı artık. Hepsi tek tek gitti, Emek de gitti. Zaten tepemize yıkmaya gönüllü bu kadar akbaba varken ben ne Beyoğlu sinemamı, ne de Atlas sinemamı bırakmam! Bütün bunların yanında orada izlenilen filmleri de neredeyse başka hiçbir salonda izleyemezsin. Beyoğlu sineması mihenk taşıdır, sinemadır... Bırakmam! Beyoğlu Sineması hepimizin...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder