20 Ağustos 2013

Elysium: Distopik Ütopya

Bilim-kurgu uyarlandığı alanlardan bağımsız başlıca bir sanattır. En güzel şekilde de sinemada işlenir, sonra edebiyatta. Zaten alanı biraz dar. Güzel bir bilim-kurgu bütün dünyayı fetheder, kötüsü ise filmi kapattırır, ki çok büyük ayıptır nazarımda. 

Elysium sahiden hayal kırıklığı yarattı. Genel intiba bu yönde, ki kesinlikle katılıyorum. Tepeden tırnağa vasat, ortalama bir film. Blomkamp sağolsun dört yıl önce öyle bir film yaptı ki, hala tadı damağımdadır. District 9 gerçek bir başyapıttı. İşte yönetmen ilk filminde birden piramidin tepesinde bulunca kendini ayağı kayabiliyor, takılabiliyor. (Ben bu listeye kesinlikle Martin McDonagh'ı da koyarım) Oksijen çarpması, normaldir. District 9 basitçe bir mülteci filmiydi, ayrıca farklılıkların mükemmel ortaya konduğu bir "öteki" filmiydi aynı zamanda. Metaforları dillere destandı... Şimdi efendim sen böylesi muhteşem bir eser koymuşsun ortaya, hemen ardından aynı distopik temada ilkinin yarısı bile olamayan bir filmi neden çektin? Böyle yaparsan Jodie Foster'ın Altın Küre konuşması bile kurtaramaz seni. 

Film güzel açılıyor. Olması gereken distopik evren, şimdiye vurgu yaparak beliriyor. Bir dünya var, bir de herkesin gitmek istediği yer olan harikalar diyarı Elysium var. Buradan bakınca genişletilmiş bir dünya olgusu var sanki. Bir tarafta yiyip bitiren emperyaller, diğer tarafta oyuncak boyarken ölen Çinli çocuklar... Zaten Elysium'da zenginlerin yaşadığı çok sık vurgulanıyor. Mültecilerin hayat mücadelesi filmin ana hattı. Pahalı kadronun başındaki isim Matt Damon anti-karakter olarak kahramanımız. Biz, izleyici olarak onlardan yanayız. Tepemizde gezen ve içi istediğini yapan ajanlarla dolu olan mekikler var. Bu arada Copley rolünü çok iyi kotarmış. Aksanına ayrıca bayıldım. Kendisi kötü adam olur. Darbeci asker. Filmin ana hattını mülteciler oluşturuyor ama "bilgi her şeydir" teması bir süre sonra, çok yüzeysel de olsa, ağırlığını koyuyor. Zaten filmin en büyük sıkıntısı da burada, her şey çok yüzelsel. Tabii bunun sayesinde filmde hiç anlaşıladık kısım yok. Her şey ortada, temiz ama tabi ki tahmin edilebilir. Bir türlü konunun özüne inemiyor. Temeli çok sakat kaldığından film bazı noktalarda topallıyor, tıkanıyor. İşte burada aksiyon imdada koşuyor ve yeni sahneye geçebiliyoruz.

Klasik Hollywood aksiyonu sona doğru bizi bekliyor tabi, hiç kaçar mı! İyi ve kötü adamın kavgası. Bir nevi iktidar kavgası. Bakıldığında iki taraf da mevcut yönetimce ezilmiş ve yok sayılmış insanlar. Toplumun farklı kesiminde yetişmişler sadece. Temelde aynı sosyo-ekonomik kültürden gelmiş iki tip. Biri sevilmiş, biri sevilmemiş, belki. Aradaki fark bu kadar küçük yani. Ama biri ölmek zorunda, ölüyor da. Büyük finale geliyoruz ve işte benim favorim anım; fedakarlık! Kendimizi bir uğurda feda edersek dünyanın en büyük kahramanıyız! Sevdiğin kişi için, ailen için, insanlar için, dünya için, ülken için, milletin için, para için, bira için, rakı için... Ne olduğu önemli değil, sen kendini feda et yeter. Başka hayatlar için kendi canını ver, benimki can değil çünkü! Ben canımı verince son öldürülen olacağım sanki, ölümler duracak! Dünya çok daha iyi bir yer olacak, çiçekler silahlardan fazla olacak, tedaviler hastalıklardan daha hızlı ilerleyecek, çocuklar mutlu olacak... Dayatılan ve anlatılan bu, istenilen de bu. Dünya hep birilerinin, bir uğurda can verdiği ama onu hiç umursamayan insanlarla ve onların refahı ile sefaleti üzerine kurulu zaten. Üstü kalsın! 

Tabi bu anlatıklarımın hepsi finalde oluyor. Distopyamız, ütopyaya dönüşüyor. Halbuki Blomkamp bize ilk filminde böyle bir şeyin olmadığını anlatmıştı. Hayal kurmak yasak değil elbet ama sinemada ben eli taşın altında görmek isterim. Sadece perdeye yansıtmak yetmiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder