18 Kasım 2011

Monoton Çarşamba

Çarşambalar güzel oluyor. Günün önemli kısmı erken bitince kendime ayıracağım 2-3 saat zamanım oluyor. Bu da biraz eğlence, en azından sinemada bir film izlemeye yetecek kadar zaman demek. İlk defa Majestic'de film izledim ve orayı da çok sevdim. Gerçi girişi biraz kahvehane havasında ama salonlar oldukça rahat. Perdesi de fena değil, hem 3D'de varmış.

Soderbergh'in Filmekimi'nde de gösterilen filmi Contagion'u izledim. Ama sanki Shyamalan filmi izliyormuş gibi hissettim. Fakat Shyamalan filmlerine göre daha tempoluydu. İzlediğim dizilerin oyuncularını aynı masada otururken görmek, sanki televizyonda CSI'ın özel bir bölümünü izliyormuşum gibi hissettirdi. Sahnenin atmosferi de bu izlenimi yarattı. Ama iş cinayet çözmek değil, ölümleri engellemek. İşin içine bir çok değişken katılmış. Mantıklı ve olması gerektiği gibi. Bir salgın hastalığın yayılmasını ve can almasını önlemeye çalışan doktorları, dünyanın en yetkili departmanlarında çalışan doktorları izliyoruz.

Virüsün yapısından, ilk nerede ortaya çıktığına kadar araştırıyorlar. Ama işin içine kurumlar arası çekişmeler, fırsatçılar, yalancılar ve gerçek mağdurlar var. Kurumlar arasındaki çekişmeyi Amerika çıkışlı bütün polisiye ve suç yapımlarında görüyoruz. Virüsün tedavisi için bir ilaç şirketiyle anlaşan ve takipçilerine -tam 12 milyon takipçisine- bu ilaç şirketinin ilacını almalarını söyleyen bir blog yazarı birçok kentte eczanelerin yağmalanmasına ve kaosa sebep oluyor. Kazancı, yarım milyon dolar!

En çok ölümün yaşandığı ve ilginin çok az olduğu ülkelerden, Çin, tedavi dileniyor. Tam bir ironi. Bu salgın Çin'den yayılıyor ve en çok ölüm Çin'de oluyor. Salgın Çin'in normal yaşam koşulları sebebiyle ortaya çıkıyor. Anormal hiçbir durum yokken.

Gözüme çarpan bir kaç ayrıntı oldu. Salgının yayılmasını anlatmak için kullanılan haritalarda bütün Anadolu'nun ortasında büyük harflerle kocaman "Athens" yazıyordu. Bu konuda artık devletin ağırlığını koyması gerek, her yerde ve her şekilde! Haritamıza sahip çıkmalıyız!
Filmde aksanlı konuşan tek kişi yalancı blogger, yani Jude Law idi. Orada bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Çinlilere, Meksikalılara laf arasında adam kaçırma, hırsızlık ve yalancılık söylemi vardı. Fransızlar içinde başarısızlık.

Shyamalan filmlerine benziyor dedim ya, özellikle "The Sixth Sence" ile çok benzerliği vardı. Tek fark burada "insanlığın sonunun yine insan yüzünden olacağı" mesajı vardı.

Bundan sonra her çarşamba düzenli sinemaya gideceğim. Yaşasın monotonluk!  Haftaya "Willkommen in Deutschland"ı izleyeceğim. Eğleneceğimi biliyorum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder