the ringo jets etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
the ringo jets etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2015

One Love 14

Geç gelen bu kısa One Love yazısını daha da geciktirmenin gereği yok sanıyorum. Son yılların en çok sıkıntılanan festivali, geçen yıl kendini iyice şehrin dışına atarak nefes almıştı. Geçen yıl uzak kalmıştım ben de. Bu sefer de aynı şekilde düşünüyordum aslında. Ama festival atmosferinin cazibesine kapıldım ve ikinci gününde kendimi Life Park'a attım. Türkiye şartlarında ulaşımı makul ve şekli şemali pek uygun duran One Love'a pek laf atmaya mecalim yok. Gerek de duymuyorum şahsen. Metrodan indikten sonra 20 dakikalık, 5 lira maliyetli bir yolculuk sonrasında küçük ana saheneli festival alanına varmak mümkün oldu. Dönüşü trafikten dolayı daha da kısa sürüyor. Gitmeye niyet edince bir şekilde varılıyor zaten, orası pek sıkıntı değil.

Alana girince insan kendini ana sahnenin göbeğinde buluyor. İşin kötüsü festival alanı sadece o alandan ibaretmiş gibi duruyor. Çünkü Life Park bir orman ve diğer bütün sahneler, standlar ormanın içinde. Biraz aranında küçük keşifler yapıyor ve mutlu oluyor insan. Tabii, ilk seferde ikinci sahneyi, Union Sahnesi'ni bulana ödül var. Çünkü Union alanın tam tersinde ve kendine ait bir dünyası var.

One Love tecrübelerim hep sürprizlerle dolu oldu benim. Güzel sürprizler tabi ki bunlar. Mesela Selah Sue gibi bir mucizeyle One Love'da tanıştım ben ilk olarak. Sonra, Kimbra'nın büyüsünü ilk olarak One Love'da gördüm. Kendilerine "One Love'ın Kadınları" diyorum ben. One Love'ın Kadınları'na bu yıl Ceylan Ertem de eklendi nazarımda. Kendisine karşı bir ön yargım vardı. Ceylan Ertem, 'belediye festivallarine çıkmayan büyük bir müzisyen' olduğu için kendisinden pek haz etmiyordum. Müziği de iç açıcı gelmiyordu doğrusu. Ama sahnesini izledikten sonra bu fikirlerimde değişiklik oldu, doğruya doğru. Güzel bir ekibi var öncelikle. Sahnede gereksiz ve zevzekçe şov yapmasa iyi müzisyen aslında. Yıldız Tilbe coverı yapmış bir de. Çığlıklarla onu çalmasını talep eden bir kitle vardı. Şarkının orijinalini dinlemişler midir acaba diye bir dede sorusu canlandı kafamda. Hala da düşünüyorum yalan yok. Ceylan Ertem öyle büyüleyici falan değil ama, sahneyi öyle ya da böyle doldurabiliyor. Ön yargılarımı tamamen yıkamadı ama, yumuşattı. Bu da çok haksız olmadığımı anladığım anlamına geliyor. Bir de Murat Çopur meselesi var. Hangi gruba baksam bu adamı görüyorum sanki. Aynı anda kaç projede yer alabilir bir insan? Bıktım şahsen, birazcık farklılık istiyorum. Hayır, memlekette basçı bariz şekilde yok demek ki. Neyse.

Ceylan Ertem'den sonra, Alman kültürünün bir ürünü olan ve TRT Hafif Müzik Korosu üyelerine öykünen Kanadalı Austra sahneye çıktı. Moda anlayışıyla gözleri kör ettikten sonra, basları ağır basan ama basmakalıp müziği ile bizleri darlamaya başladı. Şarkılarında La Roux, Kimbra ve beceriksizce bir Florence Welsh esintisi duymak mümkün, hatta bolca var. Ortaya karışık yapmış. Ben fazla dayanamadım ve kendimi önce yiyecek alanına, ordan da Union Sahnesi'ne attım.

Gelgelelim asıl konulardan birine. Union Sahnesi'nde o gün The Ringo Jets vardı. İçimdeki fanboy'un da eşlik etmesiyle kan, ter, rock'n roll ve the ringo jets muhteşem dörtlüsüyle alanı domine ettik. Çok seviyorum kendilerini. Özellikle Lale'ye karşı açıklayamadığım bir sevgi besliyorum. Tonmaister'ın sabotajlarına rağmen baya güzel bir performans sergilediler. Her zamanki gibi neşeli ve sıcaklardı. Öyle böyle değil, çok seviyorum. Ama arzu edilenden, hak ettiklerinden kısa çaldılar elbette, her zaman olduğu gibi. Ardından yine ana sahneye Tom Odell oğlanı dinlemeye geçtik. O da beklemediğim bir ustalıkla sahneyi götürüyordu. Ortasından, hatta sonundan yakaladığım için pek bir şey diyemem ama, kalabalık mest olmuştu. Piyano başında çok şahane işler çıkarıyor ama, o kadarını söyleyebilirim. En sona kalan Little Dragon ise biraz hayalkırıklığıydı. Performansın bitimine kadar dayanamadım şahsen.

Alanın yetersizliği ve düzensizliği dışında, performansların arasının yeterince dolmadığı ve bolca vakit kaybına sebep olduğunu söylemek gerek. Bilet fiyatları da fazlasıyla fahiş. Neyse ki standlardaki fiyatlar idare eder düzeydeydi. Genel olarak kalan tek istikrarlı ve eli yüzü düzgün festival olarak One Love'a sarılıyor ve gerçekleşemeyen Blur'lu, Foals'lı o şahane line-up'lardan bir yetmez üç, üç yetmez beş, beş de yetmez yedi tane daha yapmasını can-ı gönülden istiyorum(z).

Nice 14 yıllara!

27 Ağustos 2014

Bir Kez Daha Cenneti Gördüm


Geçtiğimiz çarşamba yine rüya gibi bir akşam geçirdim. Sanıyorum bu yazın en merakla ve heyecanla beklediğim akşamıydı. Nedenini bilmiyorum ama Beht Gibbons'un sesi beni tarif edemediğim bir hisle boğuyor. Bu hep böyle oldu. Çok acaip bir şekilde yakalıyor, tıpkı bir karabasan gibi ne kadar çabalarsam çabalayayım daha da onun hakimiyetine giriyorum. Ben de uzun zaman önce kendimi teslim etmeyi öğrendim. Ne derse, nasıl derse onun iki dudağının arasına bakıyorum ama çarşamba günü onu tam cepheden görürken o sarsıcı etkisini daha derin hissettim. Zihnimi uçurdu.

Aslında gün erken başladı. Hafta ortası da olsa 5-6 grubu biraraya getirince adına festival diyen yurdum organizatörleri yine bir festival düzenlemiş ve kapıları da neyse ki erkenden açmışlardı. Her ne kadar adına şehirli festival deseler de, konserin Kabataş'ta olması dışında bu tanımla bir alakası yoktu elbet. Neyse ben 4:30 sularında alana girdim. The Away Days'ciğim sahnedeydi. Billur gibi şarkılarını kısık sesle boş alana söylemek zorunda bırakılıyorlardı. Elbette alan yine kategorilere bölündüğünden dolayı önler bomboş, arkalar ise gölgelere kaçmış vaziyetteydi. Onlar hakları çok ağır bir şekilde yenmiş vaziyette sahneden indiler. Ardından Thought Forms geldi. Kendilerini ilk defa festival posterlerinde gördüm ama biraz dinledikten sonra çok bir kayıp olmadığını farkettim. Pek kulak kabarttığım da söylenemez hani.  Sıra The Ringo Jets'e geldiğinde, hazır güneş de batma yolunda ilerliyorken, kendi kategorimizin en ön sınırlarına dayandık. Onlar her zamanki billur soundlarıyla giriş yaptılar. Mikrofonda Lale'nin sesini her duyduğumda keyiflendikçe keyiflendim. Bayılıyorum o kadına! Şahaneler ötesi! Ekip olarak da sahnede çok uyumlu ve mutlular. Onları gördükçe benim mutluluk kat sayımda arttıkça arttı.

Sıra Savages'a geldiğinde pek bir beklentim yoktu ne yalan söyleyeyim. Sadece albümlerini dinlemiş ve sevmiştim, hepsi buydu. Ama o olağanüstü kadınlar yılın en iyi performanslarından birini ortaya koydular. Çıkarıp masaya vurdular resmen! Ard arda bombaladılar. Taramalı tüfek gibi bir bas, gittikçe güçlenen bir davul, fazlasıyla cool bir gitar, çok çekici ve enerjik bir vokal ile harikalar yaratmışlar. Yaklaşık üç yıllık bir ekip olarak bir single ve bir albümlerine ek olarak iki yeni şarkılık bir EP daha çıkardılar. Ama sahnedeyken bütün dünyayı siliyorlar. Şarkılarının soundu başkalaşıyor ve inanılmaz bir hale geliyor. Gerçekten büyülendim. Özellikle konserin sonuna doğru vokalist Jehnny Beth'in ayağındaki kırmızı topukluları görünce zihnimin en ücra köşelerinde ne var ne yoksa ortaya yığıldı, tutamadım. Üstüne bugün bir habere rastladım. Sevgili Jehnny, bu kategori meselesine ifrit olmuş ve şahane bir ayar vermiş alanı kategorilere bölen aşağılık insanlara. Gözümde çok aşırı değerli durumda şu an.

Saat 10'a gelirken hala Portishead bekliyorduk. Beklerken sahnenin hazırlanışını izledim ve başımıza çok fena şeylerin geleceğini anlamak çok zor değildi. Tabi ki böyle oldu. Önce bir mayıştırdılar, sonra üstüste tokat atmaya başladılar. Mysterons çalmaya başladığında ben havalanmaya başlamıştım bile. Biraz hafif tempoda devam ettikten sonra, ilk olarak Wandering Star, ardından Machine Gun, ardından Over, ardından Glory Box çalıp hayatta kalmamızı nasıl bekleyebilirler ki!? Gözlerimi kırpmadan izledim, tabi bunda sahnenin arkasında dönen halüsinatif görüntülerin de büyük etkisi olmuştur eminim. Yeryüzünün en iyi müzisyenleri biraraya gelmiş durumdaydı. Yılların biriktirdiklerini patır patır kucağımıza bıraktılar, fakat bunlar benim için ağır yüklerdi, yine de çabaladım. Sahneyi muazzam hazırladılar. Birçok kamera yerleştirdiler ve canlı çekilen görüntüleri sahne arkasındaki perdede yaratıcı bir şekilde kurguladılar. Büyüleyici idi, demek asla ama asla abartı falan değil. Gerçekten ağzımdan salyalarım akarak izledim bazı yerleri, daha ne kadar büyülesin!

Bu şahane performansların yanında organizasyon tabi ki berbattı. İlk olarak The Ringo Jets'e çok büyük ayıp ettiler, adeta komplo kurulmuş gibiydi. Sahneye ilk çıktıklarında warm-up playlist'i çalmaya devam ediyordu. Ringo Jets çalmaya başladığında da aynı şekilde. Bunu farkettiklerinde durdular ve bir süre beklediler. Oldukça uzun bir sürenin ardından ancak normale dönebildi. Fakat bu kadar değil elbette. Son şarkıda Tarkan'ın mikrofonu resmen kapatıldı ama sanırım kendileri duyabiliyordu. Şarkının ortasına gelirken bir hamleyle vokali Lale devraldı ve böylece kotardılar. Bu durum bir yabancı grubun başına gelse diyeceğim ama gelmez. Menajerleri ortalığı ateşe verir! Ama bunar 'bizim çocuklar' nasılsa, sesleri çıkmaz kafasını duvara sürterek alev çıkartmak lazım.

Öyle ya da böyle şüphesiz bu yıl izlediğim en şahane konserdi.


8 Eylül 2013

Rock'n Coke '13 - İlk Gün Special

Festivalleri seviyorum, hele ki birkaç günlük, uzun festivalleri. Çünkü yeni gruplar keşfetmenin, yeni tecrübelerin, yeni arkadaşlıkların; eski dostlarla arayı kapatmanın, sevdiğin grupları dinlemenin, yere boylu boyunca uzanıp müzik dinlemenin en keyifli yolu. Bu sene elimizde avcumuzda bi Rock'n Coke kaldı tabi. Onlarda bu şansı iyi değerlendirdiler, yoksa bu line-up asla yetmezdi. İptaller sağolsun festival full çekti.

Bu sene organizatör farklı, acaba nasıl olmuş; line-up macar salamı, sahiden sziget havası var mı; falan derken bol aktarmalı yolculuğun sonunda Hezarfen'e ulaştım. Beylikdüzü taksicileri servislerle aynı fiyatlarla taşıyorlar ve 15-20 dakikada alanda oluveriyorsunuz. Alanı bu sene daha derli toplu oturtmuşlar. Kalabalığı bölmüşler, trafiği rahatlatmışlar. Tuvalet sorunu nispeten daha halledilmiş. Fiyatlar oldukça makul. Sanki pek sıra da yok gibi; e güzel olmuş. Tabi sıra yok gibi derken öğlen yok gibi, saat 17.oo itibarıyle sıraya giren kayboluyor, hapsoluyor. Ödeme sıkıntısı, çöken pos makineleri, çekmeyen telefonlar derken yine dertler birikiyor.

Bu sene fazladan bir sahne olunca alanı biraz büyütmüşler. Fazladan sahne iyidir, çeşitliliği artırır. Ama sahneleri çoğaltırken "acaba sesler birbirini karışır mı?" diye de düşüneceksin. Çoğu yerde birden fazla grubu duyabiliyorsunuz ve bu hiç iyi bir şey değil. Özellikle zaten kenara fırlatılmış keşif sahnesinde amatör ve heyecanlı bir gruba sarmışsanız ana sahnenin gürültüsü sizi çok rahatsız ediyor. Ortamda bir değişiklik var ama hala festivali çekilmez kılan bir sürü zorluk var.

Mesela benim en çok hoşuma giden değişiklik yiyecek çadırlarındaki çeşitlilik oldu. Sadece fastfood değil, aynı zamanda çorbacı ve noodle gibi alternatifler de yer almış. Elinde noodle ile gezenler, kalçada şortlar, helikopterler en bol görünen görüntü. Ayrıca gençlik hayallerini sahnede izleyen 30'a merdiven dayamış, ahenkle ritm tutarken bütün vücudunu kullanan ağbiler, amcalar da her yerde.

Gitmeden kendime program hazırladım ki, orta yerde "napsam ki?" diye kalakalmayayım. İlk durağım Zero sahnesi'nde The Ringo Jets. Ama evden çıkamayınca, saatlerce yol gelince son şarkıya yetişebildim ancak. "Son şarkı arkadaşlar" dedi Deniz birden. E napalım dinledik bir güzel. Editors'a kadar Yemen Blues'u tadarım demiştim ama Ayyuka tuttu ve bırakmadı beni. Müziklerine aşığım zaten ama sahnedeyken kulağa çok daha güzel geliyormuş. Küçük sahneler böyle sıcacık oluyor ya, hastasıyım.

Yavaştan ana sahneye Editors'a kaydım. Sonunda kavuştum yahu! Yeni albümleri ne kadar vasat olsa da en önlerden izledim. Damn you Urbanowicz! Yeni, eski, yeni, eski sıralamasıyla çaldılar. Şahsen çok keyif aldım. Bu adamların değişik bir yeri var bende. Bones ve Papilion tabi ki en hareketlendiren şarkılar oldu. Ama You Don't Know Love'ı neden çalmadılar, merak ediyorum doğrusu. Bir de iki gündür Editors'ü yerden yere vuranlar çıktı ortaya. Yahu nedir alıp veremediğiniz vallahi bir anlasam. Ne güzel dinledik. Ahım şahım değiller ve ilk albümlerinden de uzaklar ama severek dinliyorum.

Tekrar Zero sahnesi, Palma Violets. Aynı anda ana sahnede Duman olduğu için kalabalık pek azdı. Fakat bu adamlar fazla enerjikler. Gitar çalmak zorunda olmasalar bütün traslara tırmanıp birinden diğerine sıçrarlardı gerçekten. Damien Rice halt etmiş! Tabi şöyle bir sıkıntı var, hemen bütün şarkıları aynı. Hani bağlasalar "ne uzun şarkıymış la" dersin. Tam festival grubu, her festivale lazım böyle gruplar. Ama bu gece Babylon'da olduklarını duysam gitmem. 40 dakika fazlasıyla yetiyor.

Şimdi doğru ana sahneye, Hurts zamanı! Çok yakışıklı müzik yapıyorlar. Kesinlikle tanımları bu. Tevazu da bir dünya markası adamlar. Theo Hutchcraft seyirciden reaksiyon aldıkça çocuk gibi sevindi. Şaşkınlığı gülümsemesinin her santimine yansıdı, gerçekten. Sadece Wonderful Life'ın hit olduğunu düşünürsek haksız da değildi hani. Bütün bu reaksiyonda mikrofonu parçalamasının da büyük payı var tabi. Yaptıkları işi çok seviyorlar, müziği seviyorlar, seyirciye hitap etmesini biliyorlar, dediğim gibi çok samimi ve mütevaziler; kendilerini çok sevdim.

Büyük balıkta şimdi sıra, Arctic Monkeys. Benim ilgimi çeken üç ekipten biriydi. Büyük heyecanla bekledik elimizde beleş içkilerimizle. Patlayan flaşlardan epilepsi olmak üzereyken parıltılı ceketiyle Alex belirdi. Do I Wanna Know ile açtı sahneyi. Setlist'i çok güzel hazırlamışlar ama bütün gün herkeste bir durgunluk vardı ve bu devam etti. Alex gittikçe büyük bir yıldız olabilir, hatta öyle olduğunu düşünmeye başlamış bile, ama asla bir Damon Albarn ya da Liam Gallagher olamaz. Arctic Monkey de bir The Strokes olamayacak. Evet, Alex'in müzikal zekası çok parlak; evet, grup olarak çok güzel bir çıkış yakaladılar; evet, seviliyorlar ama ne seyirciyle diyalog kurabiliyor, ne de en ufak yolunda gitmemezlik anında durumu kotabiliyorlar. Yine de yepyeni, çok şık bir albüm yapmış, beklediğim bir grup var karşımda bunları çok dert etmedim. Biss'te de iyi bir dönüş yaptılar ve güzel bitirdiler.

En çok beklediğim ve merakladığım kısma geldik, La Roux. Zero sahnesine doğru giderken şehir sahnesinin önünden geçtik. İnanılmaz bir kalabalık vardı. Sonradan o saatte Emre Arısev'in olduğunu öğrendim. Geçen sefer Club Bangkok ile tanışmıştım, bu sefer de Emre'yi farkettim. Umarım o da Bangkok gibi patlar. Neyse La Roux için yerimizi aldık. Çok güzel bir kalabalık vardı, neredeyse ana sahne kadar. Elly sahneye çıktığında çok güzel karşılandı. Enfes bir kadın! Her duruşu pozluk. Karşımda Tilda Swinton var sandım bir an. Enfesti gerçekten, çok hakim olmamama rağmen çok deli keyif aldım. Harika final oldu benim için.

Bir de bonus olarak Silent Disco vardı ki, kulaklığı takınca kapılıp gidiyorsun. Çok zevkli. Gelmiş geçmiş en güzel festival icadı. Teyitli! Kulağında kulaklık haykıra haykıra şarkı söylemek inanılmaz rahatlatıcı bir yöntem. Şiddetle tavsiye...

Genel olarak çok eksiği ve çok uğraştıran tarafları var hala Rock'n Coke'un. Bu yıl herkeste de bir bezginlik var gibiydi, anlayamadım. Benim festival görüşüm o an şikayet etmek yerine olabildiği kadar tadını çıkarmak. Birçok şeyden memnun değildim ama günü neden kendime zehir edeyim ki? Bak, ne güzel burada içimi döküyorum işte. Hayat şikayet etmek için çok kısa. Hele ki bizimki gibi berbat ve dertler üstüne kurulmuş bir ülkede şikayet etmek için vakit bulmak lüks bana kalırsa. Hem de gereksiz. Ben müziği seviyorum, canlı dinledikçe daha da keyfine varıyorum. Çevremde sevdiğim bir iki insan olduktan sonra koy götüne dünyanın be!

Müzik güzeldir, festivaller de öyle.