17 Ekim 2011

Bir hafta

Havalar soğudu, hem de çok güzel soğudu. Ben tam bir kış insanıyımdır. Sıcak kahvemi yudumlayıp çıplak ayakla evde dolaşmak kadar keyif aldığım başka bir aktivitem yok henüz. İki haftadır dans dersleri almaya başladım. Bire beş. Birde bu hafta filmekimi'nden iki film izledim. Üçüncüsüne biletim olmasına rağmen gidemedim, belli sebeplerim vardı.

Pazartesi sendromlarım ağır oluyor. Altı saat derse girip akşam saat 6 civarında evde oluyorum. Salılarım da aynı şekilde. Ama salılar bu kadar çabuk bitmiyor. Bahsettiğim dans derslerim salı günleri akşam 7'de ve iki saat sürüyor. Salı günleri evin yolunu zor buluyorum. Bu sıralar çarşamba günleri de lisemiz için "mezunlar günümüzü" planlamaya çalışıyoruz. Planladık sayılır aslında. Çarşamba akşamları toplanıp en iyisi nasıl olur diye düşünüyoruz. Olayı büyütme hedefimiz var. Perşembe ise, City's de 7. salonda akşam 4 seansında "The Artist" izledik. Cuma günü sabahı dişçi koltuğuna oturdum. Şu anda da yanağımda yumruk büyüklüğünde bir şişlik var. Bu yüzden cumartesi ilk seansa bilet aldığım "In Film Nist"i izleyemedim.

Ama izlediklerimden bahsetmem gerekir. İlk olarak, cumartesi, akşam 4 seansı: Tomboy.
Düşük bütçeli bir fransız filmi. Ama anlattıkları ve yakaladığı psikoloji oldukça çarpıcı. Tomboy, erkek kılıklı ve tavırlı kızlar için kullanılan bir tabir. Film böyle görünen bir kız hakkında. Fakat bunu, yeni girdiği ortama uyum sağlamakta zorlanan ve kendisi hakkında, çeşitli sebeplerden, yalan söyleyen her insan için düşünebiliriz. Düşününce eminim ki herkesin vücudunda beğenmediği bir kaç yer vardır. Estetik cerrahlar buradan para kazanıyor sonuçta. Küçük bir kız, yeni bir eve taşınıyorlar ve arkadaş edinmek için erkek rolü yapıyor. Aynı toplu konutta yaşayan bir kızda onun "diğer erkeklerden" farklı tavırlarından etkileniyor ve hoşlanmaya başlıyor. Sadece kendini kabul ettirmek isteyen küçük bir kızın oldukça hüzünlü bir hikayesi... Ama asıl noktayı kaçırmıyor; bize gerçekten değer veren insanlar, ne olursa olsun yine de bizi umursarlar.

Kronolojik sırayla gidelim. Salı, akşam 7'de dans dersi başlar.
Derslerin ikinci haftası. Bu hafta cha cha ve rumba için temel adımlar atmaya başladık. Bir kaç küçük figür de yapabiliyorum. Ama henüz "yok böyle dans" kıvamında değilim. Rumba ise apayrı bir dava. Hem aşkın dansı, hem de aksak ritmli. Bu mevzuyu yeni yıla doğru konuşmayı tercih ederim.

Son olarak, perşembe, akşam 4 seansı: The Artist.
Ne kadar özel bir tecrübe yaşayacağımın farkındaydım ve bu ben heyecanlandırıyordu. İlk defa sinema perdesinde sessiz film izleyecektim. Hoş şarkılarla süslenmiş, siyah-beyaz ve oyuncuların "bir şeyle anlatmak için debelendikleri bir film" oldukça keyifli olur. Üstelik başrol oyuncusu da Sadri Alışık'a benziyorsa...
1927-37 arasında bir sessiz film yıldızının dans, keyif, keder, kader, zenginlik ve aşk dolu öyküsü. Eğer nostalji yapılacaksa, bu kadar güzel işlenmeli. Çünkü o zaman benim yüzümde bütün film boyunca aptal bir gülümseme oluşuyor, engelleyemiyorum. Deli gibi eğlendik. Her şeyin susup oyuncuların sadece gözleriyle rol yaptıkları sahnelerde ise kilitlendik. Başrolden duyduğumuz tek söz ise; "with pleasure" oldu. Çok iyi vakit geçirip, salondan ayrıldık. 20'li yıllara gerçek bir saygı duruşuydu.

Cuma günü ise dişçi koltuğuna oturdum ve yanağımdaki şişlik ve ağrılar ile evimde oturuyorum. Okula gidemeyecek mazeretim var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder